people

grip, kriz, en büyük hata (2)

     "Hunter-gatherers practiced the most successful and longest lasting lifestyle in human history. In contrast, we're still struggling with the mess into which agriculture has tumbled us, and it's unclear whether we can solve it. Suppose that an archaeologist who had visited us from outer space where trying to explain human history to his fellow spacelings. He might illustrate the results of his digs by a twenty-four hour clock on which one hour represents 100,000 years of real past time. It the history of the human race began at midnight, then we would now be almost at the end of our first day. We lived as hunter-gatherers for nearly the whole of that day,from midnight through dawn, noon, and sunset. Finally, at 11:54 p.m., we adopted agriculture. As our second midnight approaches, will the plight of famine-stricken peasants gradually spread to engulf us all? Or will we somehow achieve those seductive blessings that we imagine behind agriculture's glittering facade and that have so far eluded us?" [1]
    Diamond daha önceki yazımda değindiğim makalesini bu sözlerle bitiriyor. İnsanlığın geçmişinde son 10 ila 15 bin yılın kayda değer bir zaman olmamasına rağmen küçük gezegenimiz ve kendi üzerimizde -sosyal olarak- yaptığımız değişikliklerin başdöndürücü hızını hesaba katarsak, bu sürenin önemini anlarız. Fakat, tarihten ders çıkarmasını bilenler için korkutucu bir durum da ortaya çıkmaktadır: bu kadar kısa sürede, dünyada yaptığımız bu kadar şey -ki Jared Diamond'a göre yalnızca avcı-toplayıcıların sanatsal faaliyetleri bile yeterince fazladır-, acaba önümüzde bir bu kadar süre daha varken hangi boyutlara gelecek ve bizi nasıl etkileyecektir?

    Yazının önceki bölümü ile bütünlüğü sağlamak açısından Engels'ten yaptığım alıntının kısa bir parçasını burada tekrarlamakta fayda görüyorum: "(...) Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları meydana getirenleri değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı meydana gelmez. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerinin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. (...) Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır." [2] Doğa ile ilişkilerimizi, o doğanın bir parçası olarak ele almak yerine onun içinde gezinen bir "turist"miş gibi ve hatta daha abartılı bir görüşle ona hükmeden misyonermiş gibi ele almak şeklinde tezahür eden kendimizi eleştirmemezlik alışkanlığını tez elden bırakmak için ciddi bir uyarıdır bu.

     İnsan, her şeyiyle doğanın bir parçasıdır. Toplum diyeceğimiz bir sosyal örgütlülüğün oluşması öncesine, yani insanlığın oluşumuna ve onun oluşmasına kadar gelen sürede canlılığın oluşup evrimleşmesine ve onun oluşmasına kadar geçen sürede evrenin oluşup gelişmesine kadar geriye gidebiliriz istersek. Tarihi bir geriye dönüşte makul gözükse de, doğa bu diyalektik zincir içinde geriye doğru işlemez -Feynman espirili bir şekilde buna bir kamera filmini geriye sardığımızda hareketlerin yapay gözükmesinin sebebi olarak yaklaşır-, olaylar çoğu zaman tersinebilir değildir.  Klasik bir görüş, bu terse gidişten insanın oluşumunu doğanın hareketinin en ileri ve mükemmel noktası olduğuna götürerek insanı evrenin merkezine koyuveriyor. Zamanda geriye gidildiği ve gelişim sürecinin terslendiğini unutmak gibi ufak bir hatası olan bu muhteremlerin düşündüğünün aksine insan evrimi, doğanın diyalektiğinin kaçınılmaz sonucu, en üst noktası -ve insanı doğanın bir parçası olarak kabul ettiğimize göre- doğanın hareketinin en mükemmel bir şekli değildir. Olayların tersinebilir olmamasına dönersek, evrimimiz öncesindeki hiçbir olay evrimimizden etkilenmediği gibi, biz bir gün yok olursak -burada kasıt tersine evrim değil, düpedüz yok olmaktır- da evren arkamızdan ağıt yakmayacak ve var oluş sebebini kaybettiği için kendini intihar etmeyecektir.

    Fakat az önce yanlış düşündüğünü söylediklerimizin haklı oldukları bir nokta var. İnsan hareketinde doğanın genel hareketinin eğilimlerini görmek mümkündür. İnsan, hem maddi evrenin hem de kendi zahiri "evreni" olan toplumun bir parçası olarak doğanın ve insan toplumlarının tarihinin bir noktasında olasılıksal olarak var olarak -üreme !- aslında onu var eden doğal ve toplumsal şartların bir toplamı olarak varlığını sürdürür. Elbette ki yalnızca tarihsel koşulların değil, yaşadıkları süre boyunca toplumda var olan milyarlarca bireyin olasılıksal hareketlerinin tek tek o insan üzerindeki etkileriyle de değişerek var olurlar. Fakat günümüzün etkileşimlerinden önce tarihsel etkiye bakarsak Marx'ın deyişiyle "İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlııyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker..." [3] Bugün insanlar neden çılgınca daha çok gelişmeye çalışıyorlar? Neden daha gelişmiş bilgisayarlar, daha hızlı internet, daha yaygın basılı yayın ağları, daha büyük binalar, daha uzun menzilli uçaklar, daha büyük gemiler yapmaya çalışıyoruz? Neden hep "daha"sını istiyoruz? Peki neden doğanın kaynaklarını sınırsızca kullanmakta kendimizi özgür görüyoruz? Neden nükleer enerjiye bile karşı çıkarken alternatif enerji kaynakları sunmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Neden hepimiz -değilse de çoğumuz- evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyoruz? Neden bir evimiz, arabamız, bize ait onlarca eşyamız olsun istiyoruz? Bunlar bizim "doğamız"ın gereği mi?

    Bu soruları peşpeşe uzatıp gidebiliriz. Fakat genel konsepti yakalamamız için yeterli. Bunların bizim doğamızın gereği olup olmadığı meselesi biraz karmaşık. Çok mekanik düşünen birisi olsaydım, bu kadar sövüp saydıktan sonra "doğamızda bunlar yok" diyip işin içinden çıkardım ve hatta böyle yapabilmeyi de isterdim. Ama ne yazık ki kazın ayağı öyle değil. İnsan tür olarak evrilişinden ayrılarak düşünülemez. Zihinsel ve bununla birlikte el becerileri vs. gibi konularda kazandığı ve onun -tabir yerindeyse- "ruhunu" oluşturan bu en temel yapılar, kuşkusuz ki doğamızın ağırlıklı bir parçası. Fakat, insanın evrilme şartlarını aşarak en basitinden bir alet yapma yeteneğini ve tutkusunu getirdiği boyutlar ele alınırsa, ortada orantısız ve "doğamız" ile örtüşmeyen bir durum belirir. Daniel Dennett bir konuşmasında izleyicilerine "şeker neden tatlıdır?" diye sormuştu. Kuşkusuz ki şeker bize tatlı geldiği için tatlıdır ! Glikoz moleküllerine gözleriniz kör oluncaya kadar bakın isterseniz demişti sonrasında seyircilere, şekeri tatlı yapan hiçbir şey göremezsiniz. Fakat gözünüzü insana çevirip onun algısına bakarsanız, şekerin neden tatlı olduğunu görebilirsiniz. Çünkü şekerli bitkiler bol miktarda enerji içerir ve insan da bu molekülü "tatlı" hanesinde sınıflandıracak şekilde evrimleşmiştir. Tıpkı bunun gibi, alet yapmak da -evrimsel geçmişine girmeye gerek yok-, aile kurmak da, iletişim ve ulaşım araçları geliştirmek de insanın hem evrimsel hem toplumsal gelişiminin bir sonucunda olmaktadır.

     Fakat bu işin bir sınırı olduğunu söylemiştik. İnsan, doğaya karşı sorumsuz değildir. Doğal seçilim gibi kanlı bir giyotine benzeyen bir araçla adaletini sağlayan doğaya karşı üstün olmak mümkün müdür? Burada durup düşünelim. Avcı-toplayıcı bir toplum, pek de doğanın sınırlarını aşmış sayılmaz. Elbette inanılmaz derecede soyutlamalar -en basitinden sanat !- yapabilecek kadar da müreffehler. Ama doğa ile belirli bir dengede duran bir toplum yapısına sahipler. Üstelik önceki yazıda gördüğümüz gibi, doğa onlara cömert davranıyorken ona hükmetmek gibi çılgınca düşüncelere de kapılacak gibi değiller. Peki ya biz? Bizi tanımlayan vurucu tek bir kelime varsa, o da yabancılaşmadır. Yabancılaşma ilk olarak doğaya karşı oldu. Doğal besin elde etme yollarımızı, doğayı manipüle ederek değiştirdik. Artık doğanın adaletini aldatabiliyorduk. Daha sonra şehirler kurarak doğal yaşam alanlarımızı -ve bu alanların doğasını- değiştirdik. Artık kendimize de yabancılaşmıştık: ezilen-ezen, efendi-köle, patron-işçi şeklinde bölünmüş sınıflı bir toplum olmuştuk. Ortantısızlığın da oranını kaçırınca, inanılmaz nüfus yoğunluklarına ulaştık; insanın kendine ve yaptığı işe yabancılaşması da işe yaramıştı, artık bireyler olarak "birer araba" "birer ev" sahibi olarak doğayı daha orantısızca tahrip ediyorduk. 3 milyon Amerikan çiftçisinin 2 milyar insana yetecek kadar tahıl ürettiği, ve bunların hepsinin yiyecek olarak kullanılmayıp bir kısmının yakıt olarak kullanıldığı, bu sırada 6.5 milyar insanlığın 2 milyarına yakınının açlıkla boğuştuğu "görkemli" bir medeniyet kurduk. Küçük dünyamız yetmediği için, İspanyol kaşifler gibi uzayı fethetmeye bile kalkıştık.

    Ve bunların hiçbirisi doğamız gereği bu boyutlara ulaşmış değil. Doğamız gereği alet yapabiliyoruz, ama doğamız gereği uzay mekiği yapmıyoruz. Doğamız gereği -her hayvan gibi- çok çocuk yapmak istiyoruz, ama doğamız gereği 6.5 milyar kişi olmadık. Doğamız gereği sanat yapacak durumdayız, ama doğamız gereği Kolezyum inşa etmiyoruz. Elbette insanın doğasında bir de "merak etmek" vardır. Bilim çoğu zaman bu merak ile gelişir. Fakat, merak ettiği için atomun parçalanabilirliğini araştıran insan merak ettiği için nükleer silah yapmaz. Bu hem doğaya hem de topluma egemen olma güdüsü ile ortaya çıkar ki "yabancılaşma"nın temelidir. Geçen yazıda değindiğim tarihlerde, 10-15 bin yıl önce bir yerlerde doğayla barışık olduğumuz sınırdan şöyle bir ayağımızı içeri soktuk. Baktık ki bir şey olmuyor, tren yoluna indik. Şu anda belki "ilerliyor" gözükebiliriz. Fakat, tren yolunda ilerlemek arkadan trenin gelip çarpmayacağı anlamına gelmez. Evet, belki trene doğru da ilerlemiyoruz. Doğayı anlamak-kavramak, bunlar çok güzel. Ama unutmayalım ki; ne biz doğayı anlamak için buradayız, ne doğa biz onu anlayalım diye burada. Bu yüzden insanı evrenin merkezine koyup, ona olmayan bir anlam atfedip yaptığı tüm hatalarını haklı çıkarmaya çalışmayalım.

    Günümüz ekonomik krizleri, savaşları ve gördüğümüz üzere hiç de akla gelmeyen hastalıklar dahi bu yabancılaşmanın ürünü. Peki bu doğaya ve kendine yabancılaşmanın çözümü nedir? Şaire bakarsak, umut yine insanda. Engels'e bakarsak doğayı ve kendimizi, buna bağlı olarak da doğayla olan ilişkimizi her gün daha çok ve daha iyi anlıyoruz. Bu durumdan, Thomas More'a göre Utopia, Marx'a göre yabancılaşmanın olumsuzlanması olarak avcı-toplayıcıların komünal yaşamının günümüz toplumsal seviyesine yansıması olan komünizm çıkar. Bilim ve bilinç geliştikçe, insanların çoğunun "neden böyle yapıyoruz" diye soracağı bir gün gelecektir diye düşünüyor; bu, doğanın hareketinin kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Fakat, bu yalnızca seçeneklerden birisi. Geçen yazıda koyduğum videoda Jared Diamond'un belki farkına varmadan belirttiği, insanlığın doğayla barışık olarak bu "kan davası"nı halletmesinin -günümüz popüler deyimiyle demokratik çözümün- yolu bu olacaktır gibi gözüküyor. Bu yolun da "çevre politikaları" gibi yüzeysel geçiştirilecek reformlarla gerçekleşemeyeceğini de görüyoruz. Bir de, çözüme gitmeyip kan davasını kangrenleştirmek var. O durumda insanlığın durumu ne olur bilemeyiz; ama doğanın hiçbir şey kaybetmeyeceğini kesinlikle biliyoruz. Ya onunla barışıp ona uyum sağlayacağız, ya da o bizi kendisine uyduracak.

    
[1] The Worst Mistake In The History Of The Human Race, Jared Diamond, Discover-May 1987, s. 64-66

[2]  Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, Friedrich Engels, 1876

[3] Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Karl Marx, 1852, s. 1
Paylaş

0 yorum:

Yorum Gönder