people

maxwell'den


     For the evolution of science by societies the main requisite is the perfect freedom of communication between each member and anyone of the others who may act as a reagent.
    The gaseous condition is exemplified in the soiree, where the members rush about confusedly, and the only communication is during a collision, which in some instances may be prolonged by button-holing.
    The opposite condition, the crystalline, is shown in the lecture, where the members sit in rows, while science flows in an uninterrupted stream from a source which we take as the origin. This is radiation of science. Conduction takes place along the series of members seated round a dinner table, and fixed there for several hours, with flowers in the middle to prevent any cross currents.
      The condition most favourable to life is an intermediate plastic or colloidal condition, where the order of business is (1) Greetings and confused talk; (2) A short communication from one who has something to say and to show; (3) Remarks on the communication addressed to the Chair, introducing matters irrelevant to the communication but interesting to the members; (4) This lets each member see who is interested in his special hobby, and who is likely to help him; and leads to (5) Confused conversation and examination of objects on the table.
     I have not indicated how this programme is to be combined with eating.

James Clerk Maxwell
Letter to William Grylls Adams (3 Dec 1873). In P. M. Harman (ed.), The Scientific Letters and Papers of James Clerk Maxwell (1995), Vol. 2, 1862-1873, 949-50


     In a University we are especially bound to recognise not only the unity of science itself, but the communion of the workers in science. We are too apt to suppose that we are congregated here merely to be within reach of certain appliances of study, such as museums and laboratories, libraries and lecturers, so that each of us may study what he prefers. I suppose that when the bees crowd round the flowers it is for the sake of the honey that they do so, never thinking that it is the dust which they are carrying from flower to flower which is to render possible a more splendid array of flowers, and a busier crowd of bees, in the years to come. We cannot, therefore, do better than improve the shining hour in helping forward the cross-fertilization of the sciences. 
James Clerk Maxwell
'The Telephone', Nature, 15, 1878. In W. D. Niven (ed.), The Scientific Papers of James Clerk Maxwell (1890), Vol. 2, 743-4.

Paylaş

grip, kriz, en büyük hata (2)

     "Hunter-gatherers practiced the most successful and longest lasting lifestyle in human history. In contrast, we're still struggling with the mess into which agriculture has tumbled us, and it's unclear whether we can solve it. Suppose that an archaeologist who had visited us from outer space where trying to explain human history to his fellow spacelings. He might illustrate the results of his digs by a twenty-four hour clock on which one hour represents 100,000 years of real past time. It the history of the human race began at midnight, then we would now be almost at the end of our first day. We lived as hunter-gatherers for nearly the whole of that day,from midnight through dawn, noon, and sunset. Finally, at 11:54 p.m., we adopted agriculture. As our second midnight approaches, will the plight of famine-stricken peasants gradually spread to engulf us all? Or will we somehow achieve those seductive blessings that we imagine behind agriculture's glittering facade and that have so far eluded us?" [1]
    Diamond daha önceki yazımda değindiğim makalesini bu sözlerle bitiriyor. İnsanlığın geçmişinde son 10 ila 15 bin yılın kayda değer bir zaman olmamasına rağmen küçük gezegenimiz ve kendi üzerimizde -sosyal olarak- yaptığımız değişikliklerin başdöndürücü hızını hesaba katarsak, bu sürenin önemini anlarız. Fakat, tarihten ders çıkarmasını bilenler için korkutucu bir durum da ortaya çıkmaktadır: bu kadar kısa sürede, dünyada yaptığımız bu kadar şey -ki Jared Diamond'a göre yalnızca avcı-toplayıcıların sanatsal faaliyetleri bile yeterince fazladır-, acaba önümüzde bir bu kadar süre daha varken hangi boyutlara gelecek ve bizi nasıl etkileyecektir?

    Yazının önceki bölümü ile bütünlüğü sağlamak açısından Engels'ten yaptığım alıntının kısa bir parçasını burada tekrarlamakta fayda görüyorum: "(...) Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları meydana getirenleri değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı meydana gelmez. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerinin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. (...) Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır." [2] Doğa ile ilişkilerimizi, o doğanın bir parçası olarak ele almak yerine onun içinde gezinen bir "turist"miş gibi ve hatta daha abartılı bir görüşle ona hükmeden misyonermiş gibi ele almak şeklinde tezahür eden kendimizi eleştirmemezlik alışkanlığını tez elden bırakmak için ciddi bir uyarıdır bu.

     İnsan, her şeyiyle doğanın bir parçasıdır. Toplum diyeceğimiz bir sosyal örgütlülüğün oluşması öncesine, yani insanlığın oluşumuna ve onun oluşmasına kadar gelen sürede canlılığın oluşup evrimleşmesine ve onun oluşmasına kadar geçen sürede evrenin oluşup gelişmesine kadar geriye gidebiliriz istersek. Tarihi bir geriye dönüşte makul gözükse de, doğa bu diyalektik zincir içinde geriye doğru işlemez -Feynman espirili bir şekilde buna bir kamera filmini geriye sardığımızda hareketlerin yapay gözükmesinin sebebi olarak yaklaşır-, olaylar çoğu zaman tersinebilir değildir.  Klasik bir görüş, bu terse gidişten insanın oluşumunu doğanın hareketinin en ileri ve mükemmel noktası olduğuna götürerek insanı evrenin merkezine koyuveriyor. Zamanda geriye gidildiği ve gelişim sürecinin terslendiğini unutmak gibi ufak bir hatası olan bu muhteremlerin düşündüğünün aksine insan evrimi, doğanın diyalektiğinin kaçınılmaz sonucu, en üst noktası -ve insanı doğanın bir parçası olarak kabul ettiğimize göre- doğanın hareketinin en mükemmel bir şekli değildir. Olayların tersinebilir olmamasına dönersek, evrimimiz öncesindeki hiçbir olay evrimimizden etkilenmediği gibi, biz bir gün yok olursak -burada kasıt tersine evrim değil, düpedüz yok olmaktır- da evren arkamızdan ağıt yakmayacak ve var oluş sebebini kaybettiği için kendini intihar etmeyecektir.

    Fakat az önce yanlış düşündüğünü söylediklerimizin haklı oldukları bir nokta var. İnsan hareketinde doğanın genel hareketinin eğilimlerini görmek mümkündür. İnsan, hem maddi evrenin hem de kendi zahiri "evreni" olan toplumun bir parçası olarak doğanın ve insan toplumlarının tarihinin bir noktasında olasılıksal olarak var olarak -üreme !- aslında onu var eden doğal ve toplumsal şartların bir toplamı olarak varlığını sürdürür. Elbette ki yalnızca tarihsel koşulların değil, yaşadıkları süre boyunca toplumda var olan milyarlarca bireyin olasılıksal hareketlerinin tek tek o insan üzerindeki etkileriyle de değişerek var olurlar. Fakat günümüzün etkileşimlerinden önce tarihsel etkiye bakarsak Marx'ın deyişiyle "İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlııyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker..." [3] Bugün insanlar neden çılgınca daha çok gelişmeye çalışıyorlar? Neden daha gelişmiş bilgisayarlar, daha hızlı internet, daha yaygın basılı yayın ağları, daha büyük binalar, daha uzun menzilli uçaklar, daha büyük gemiler yapmaya çalışıyoruz? Neden hep "daha"sını istiyoruz? Peki neden doğanın kaynaklarını sınırsızca kullanmakta kendimizi özgür görüyoruz? Neden nükleer enerjiye bile karşı çıkarken alternatif enerji kaynakları sunmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Neden hepimiz -değilse de çoğumuz- evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyoruz? Neden bir evimiz, arabamız, bize ait onlarca eşyamız olsun istiyoruz? Bunlar bizim "doğamız"ın gereği mi?

    Bu soruları peşpeşe uzatıp gidebiliriz. Fakat genel konsepti yakalamamız için yeterli. Bunların bizim doğamızın gereği olup olmadığı meselesi biraz karmaşık. Çok mekanik düşünen birisi olsaydım, bu kadar sövüp saydıktan sonra "doğamızda bunlar yok" diyip işin içinden çıkardım ve hatta böyle yapabilmeyi de isterdim. Ama ne yazık ki kazın ayağı öyle değil. İnsan tür olarak evrilişinden ayrılarak düşünülemez. Zihinsel ve bununla birlikte el becerileri vs. gibi konularda kazandığı ve onun -tabir yerindeyse- "ruhunu" oluşturan bu en temel yapılar, kuşkusuz ki doğamızın ağırlıklı bir parçası. Fakat, insanın evrilme şartlarını aşarak en basitinden bir alet yapma yeteneğini ve tutkusunu getirdiği boyutlar ele alınırsa, ortada orantısız ve "doğamız" ile örtüşmeyen bir durum belirir. Daniel Dennett bir konuşmasında izleyicilerine "şeker neden tatlıdır?" diye sormuştu. Kuşkusuz ki şeker bize tatlı geldiği için tatlıdır ! Glikoz moleküllerine gözleriniz kör oluncaya kadar bakın isterseniz demişti sonrasında seyircilere, şekeri tatlı yapan hiçbir şey göremezsiniz. Fakat gözünüzü insana çevirip onun algısına bakarsanız, şekerin neden tatlı olduğunu görebilirsiniz. Çünkü şekerli bitkiler bol miktarda enerji içerir ve insan da bu molekülü "tatlı" hanesinde sınıflandıracak şekilde evrimleşmiştir. Tıpkı bunun gibi, alet yapmak da -evrimsel geçmişine girmeye gerek yok-, aile kurmak da, iletişim ve ulaşım araçları geliştirmek de insanın hem evrimsel hem toplumsal gelişiminin bir sonucunda olmaktadır.

     Fakat bu işin bir sınırı olduğunu söylemiştik. İnsan, doğaya karşı sorumsuz değildir. Doğal seçilim gibi kanlı bir giyotine benzeyen bir araçla adaletini sağlayan doğaya karşı üstün olmak mümkün müdür? Burada durup düşünelim. Avcı-toplayıcı bir toplum, pek de doğanın sınırlarını aşmış sayılmaz. Elbette inanılmaz derecede soyutlamalar -en basitinden sanat !- yapabilecek kadar da müreffehler. Ama doğa ile belirli bir dengede duran bir toplum yapısına sahipler. Üstelik önceki yazıda gördüğümüz gibi, doğa onlara cömert davranıyorken ona hükmetmek gibi çılgınca düşüncelere de kapılacak gibi değiller. Peki ya biz? Bizi tanımlayan vurucu tek bir kelime varsa, o da yabancılaşmadır. Yabancılaşma ilk olarak doğaya karşı oldu. Doğal besin elde etme yollarımızı, doğayı manipüle ederek değiştirdik. Artık doğanın adaletini aldatabiliyorduk. Daha sonra şehirler kurarak doğal yaşam alanlarımızı -ve bu alanların doğasını- değiştirdik. Artık kendimize de yabancılaşmıştık: ezilen-ezen, efendi-köle, patron-işçi şeklinde bölünmüş sınıflı bir toplum olmuştuk. Ortantısızlığın da oranını kaçırınca, inanılmaz nüfus yoğunluklarına ulaştık; insanın kendine ve yaptığı işe yabancılaşması da işe yaramıştı, artık bireyler olarak "birer araba" "birer ev" sahibi olarak doğayı daha orantısızca tahrip ediyorduk. 3 milyon Amerikan çiftçisinin 2 milyar insana yetecek kadar tahıl ürettiği, ve bunların hepsinin yiyecek olarak kullanılmayıp bir kısmının yakıt olarak kullanıldığı, bu sırada 6.5 milyar insanlığın 2 milyarına yakınının açlıkla boğuştuğu "görkemli" bir medeniyet kurduk. Küçük dünyamız yetmediği için, İspanyol kaşifler gibi uzayı fethetmeye bile kalkıştık.

    Ve bunların hiçbirisi doğamız gereği bu boyutlara ulaşmış değil. Doğamız gereği alet yapabiliyoruz, ama doğamız gereği uzay mekiği yapmıyoruz. Doğamız gereği -her hayvan gibi- çok çocuk yapmak istiyoruz, ama doğamız gereği 6.5 milyar kişi olmadık. Doğamız gereği sanat yapacak durumdayız, ama doğamız gereği Kolezyum inşa etmiyoruz. Elbette insanın doğasında bir de "merak etmek" vardır. Bilim çoğu zaman bu merak ile gelişir. Fakat, merak ettiği için atomun parçalanabilirliğini araştıran insan merak ettiği için nükleer silah yapmaz. Bu hem doğaya hem de topluma egemen olma güdüsü ile ortaya çıkar ki "yabancılaşma"nın temelidir. Geçen yazıda değindiğim tarihlerde, 10-15 bin yıl önce bir yerlerde doğayla barışık olduğumuz sınırdan şöyle bir ayağımızı içeri soktuk. Baktık ki bir şey olmuyor, tren yoluna indik. Şu anda belki "ilerliyor" gözükebiliriz. Fakat, tren yolunda ilerlemek arkadan trenin gelip çarpmayacağı anlamına gelmez. Evet, belki trene doğru da ilerlemiyoruz. Doğayı anlamak-kavramak, bunlar çok güzel. Ama unutmayalım ki; ne biz doğayı anlamak için buradayız, ne doğa biz onu anlayalım diye burada. Bu yüzden insanı evrenin merkezine koyup, ona olmayan bir anlam atfedip yaptığı tüm hatalarını haklı çıkarmaya çalışmayalım.

    Günümüz ekonomik krizleri, savaşları ve gördüğümüz üzere hiç de akla gelmeyen hastalıklar dahi bu yabancılaşmanın ürünü. Peki bu doğaya ve kendine yabancılaşmanın çözümü nedir? Şaire bakarsak, umut yine insanda. Engels'e bakarsak doğayı ve kendimizi, buna bağlı olarak da doğayla olan ilişkimizi her gün daha çok ve daha iyi anlıyoruz. Bu durumdan, Thomas More'a göre Utopia, Marx'a göre yabancılaşmanın olumsuzlanması olarak avcı-toplayıcıların komünal yaşamının günümüz toplumsal seviyesine yansıması olan komünizm çıkar. Bilim ve bilinç geliştikçe, insanların çoğunun "neden böyle yapıyoruz" diye soracağı bir gün gelecektir diye düşünüyor; bu, doğanın hareketinin kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Fakat, bu yalnızca seçeneklerden birisi. Geçen yazıda koyduğum videoda Jared Diamond'un belki farkına varmadan belirttiği, insanlığın doğayla barışık olarak bu "kan davası"nı halletmesinin -günümüz popüler deyimiyle demokratik çözümün- yolu bu olacaktır gibi gözüküyor. Bu yolun da "çevre politikaları" gibi yüzeysel geçiştirilecek reformlarla gerçekleşemeyeceğini de görüyoruz. Bir de, çözüme gitmeyip kan davasını kangrenleştirmek var. O durumda insanlığın durumu ne olur bilemeyiz; ama doğanın hiçbir şey kaybetmeyeceğini kesinlikle biliyoruz. Ya onunla barışıp ona uyum sağlayacağız, ya da o bizi kendisine uyduracak.

    
[1] The Worst Mistake In The History Of The Human Race, Jared Diamond, Discover-May 1987, s. 64-66

[2]  Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, Friedrich Engels, 1876

[3] Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Karl Marx, 1852, s. 1
Paylaş

doğanın ve evrimin diyalektiği üzerine

     Engels'in 1876 yılında yazdığı ve esasında İşçinin Köleleştirilmesi isimli bir çalışmaya önsöz olarak düşündüğü ve daha sonra bu çalışma tamamlanmadığı için ayrı olarak Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü ismini verdiği bir makalesini okuyordum ve konunun Jared Diamond ile ilgili yazdığım yazıların konusuyla paralel olan ve çok anlaşılır ifadelerle yazılmış bir kısmını diğer yazı ile arayı soğutmamak amacıyla alıntılamak istedim.


    "Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları meydana getirenleri değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı meydana gelmez. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerinin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. Keçilerin Yunanistan'ın yeniden ormanlaşmasını nasıl önlediklerini gördük. St. Helen adasında buraya ilk gelenlerin getirdikleri keçiler ve domuzlar, adanın eski bitkilerinin tamamen kökünü kazımayı başarmışlardır. Böylece daha sonraki gemicilerin ve göçmenlerin getirdikleri bitkilerin yayılması için ortam hazırlamışlardır. Ama hayvanların çevreleri üzerinde yaptıkları sürekli etkileme bir niyete dayanmaz ve hayvanların kendisi için de bir raslantıdır. Ancak insanlar hayvandan uzaklaştıkça, onların doğa üzerindeki etkisi giderek daha çok düşünülmüş, planlanmış, belirgin ve önceden bilinen hedeflere yönelmiş bir eylem niteliği alır. Hayvan, bir yerin bitkilerini, ne yaptığını bilmeden yok eder. İnsan, bunları, boş kalan toprağa tarla ürünleri ekmek ya da kendisine ekilenin birkaç katını getirebileceğini bildiği ağaçlar ve bağlar yetiştirmek için yok eder. Yararlı bitkileri ve ev hayvanlarını bir yerden bir yere taşır, böylece dünyanın her yanında bitkileri, ve hayvan yaşamını değiştirir. Bunun da ötesine gider. Yapay üretme yoluyla bitki ve hayvanlar insan eliyle o kadar değiştirilmişlerdir ki, tanınmaz hale gelmişlerdir. Tahıl cinslerinin kökeni olan yabani bitkileri artık bulmak olanaksızdır. Kendi aralarında bile çok değişik olan köpeklerimizin, hangi yabanıl hayvanlardan ya da çok sayıda ırkları bulunan atların, nereden geldiği bugün bile tartışma konusudur. Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için sözkonusu değildir. Tersine, protoplazmanın, canlı albüminin bulunduğu ve tepki gösterdiği, basit de olsa belirli hareketlerin dıştan gelen belirli uyarmaların sonucu olarak meydana geldiği her yerde embriyon halinde yöntemli hareket biçimi vardır. Böyle bir tepki, sinir hücresi bir yana, hiçbir hücrenin bulunmaması halinde bile meydana gelir. Böcek yiyen bitkilerin avını yakalama yolu da, tamamen bilinçsiz olmakla birlikte, bir bakıma yöntemli gibidir. Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir. İngiltere'de yapılan tilki avı sırasında, tilkinin kendisini kovalayanlardan kaçmak için, çok üstün yer saptama bilgisini kullanmayı nasıl becerdiğini, her yeri ne kadar iyi tanıdığını ve bu yerleri kovalamacayı kesmek için nasıl kullandığını her gün gözlemek mümkündür. İnsanla birlikte oluşu dolayısıyla çok gelişmiş ev hayvanlarımız arasında, insan çocuklarıyla aynı aşamaya kadar varan kurnazlık durumlarını her gün görebiliriz. Çünkü, insan embriyonunun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesi hayvan olan atalarımızın, solucandan başlayarak milyonlarca yıl sürmüş bedensel gelişme tarihinin kısa bir yinelenmesi olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişmesi de aynı atalarımızın, hiç değilse daha sonrakilerin düşünsel gelişmesinin daha kısa bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Ama bütün hayvanların bütün yöntemli eylemi, dünyaya, onların iradesinin damgasını vurmayı sağlayamamıştır. Bunu, insan yapmıştır.

      Kısacası, hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı meydana getiren de gene emektir.

      Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna ortam hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler'deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa'da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.

      Ve aslında her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Özellikle yüzyılımızda doğabilimin sağladığı büyük ilerlemelerden sonra hiç değilse günlük üretim faaliyetlerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onların farkına varabilecek ve dolayısıyla onları denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar doğa ile olan içiçe durumlarını yalnızca sezmekle kalmıyor daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa'da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız hale geliyor."


Friedrich Engels
Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, 1876
Paylaş

atom reaktörleri

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar doğar güneş doğarken
ve güneş doğarken çöp kamyonları
ölüleri toplar kaldırımlardan
işsiz ölüleri aç ölüleri

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken köylü aile
erkek kadın eşek ve karasaban
sabana koşulu eşekle kadın
toprağı sürerler toprak bir avuç


işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ölür bir çocuk
ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
on iki yaşında ve numaralı
ve ne boğmacadan ne menenjitten
ölür bin dokuz yüz elli sekiz'de
ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
dokuz yüz kırk beş'te doğduğu için

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken tombul bir adam
yatağından çıkar dalgın giyinir
'bugün kimi kime gammazlamalı,
amirin gözüne nasıl girmeli'

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken zenci şoförü
ağaca asarlar yol kıyısında
gazyağına bulayarak yakarlar
sonra kimi kahve içmeye gider
kimi saç tıraşı olur berberde
kimi dükkanını açar erkenden
kimi genç kızını öper alnından

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken mahpus kadını
kayışla masaya bağlı sırtüstü
çıplak memeleri al kan içinde
sorguya çekerler bir bodrumda
sorguya çekenler cigara içer
biri yirmisinde altmışlık biri
gömlekleri terli kollar sıvalı
ve kum torbaları elektrodlar

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken gülyaprağına
uçak alanından sessiz pilotlar
'H' bombası yükler tepkililere
ve güneş doğarken güneş doğarken
otomatik silahlarla biçilir üniversitelilerle işçiler
ve akasya ağaçları bulvarın
pencereler balkondaki saksılar
ve güneş doğarken devlet adamı
konağına döner bir ziyafetten
ve güneş doğarken kuşlar ötüşür
ve güneş doğarken güneş doğarken
genç bir ana bebesini emzirir

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ben bir geceyi
bir uzun geceyi gene uykusuz
ağrılar içinde geçirmişimdir
düşünmüşümdür hasretliği ölümü
seni memleketi düşünmüşümdür
seni memleketi ve dünyamızı

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken hiç umut yok mu
umut umut umut
umut insanda 

nazım hikmet
Paylaş

grip, kriz, en büyük hata (1)

Hastalıklar, savaşlar ve ekonomik buhranlar. İnsan kendini bildi bileli bu büyük olayların akışında sürükleniyormuş gibidir. İlk tahlilde hepsi bir diğerinden ayrık gözükür. Hepsi  bireyler ve toplumlar üzerinde ayrı ayrı kendi trajedisini yaratır ve yaşatır çünkü. Küçük mavi gezegenimizde büyük hayallerimizi kovalarken bu trajedilerin ortasında kendimize "neden ben" diye sormuşluğumuz veya bir toplumun -hatta tüm insanlığın- "neden biz" sorusunu sormuşluğu olmuştur her zaman. Belki de, bilincin ilk nüvelerinden birisidir bu. Ya da aksine, bilincin son aşaması yani çok büyük bir birikim sonrasında yapılacak bir soyutlamadır.  Demek istediğim, doğayı tek taraflı algılamak ve sorgulamanın ötesinde, kendini ve kendinin doğayla ilişkisini algılama ve sorgulama bir uç noktadır, ama hangi uç olduğunu bilemeyeceğim.  Zaten bu problemden ötede, "neden ben" daha doğrusu "neden biz" sorusunun yanıtını aramaya çalışacağız. Başlıkta açıkça görüldüğü gibi, gideceğimiz yolda Jared Diamond'dan yardım alacağız.

Daha önceki yazımda Jared Diamond'dan genel olarak bahsetmiştim. Özellikle Tüfek, Mikrop ve Çelik'te ve Çöküş'te insanlığın son 10-15 bin yılını kapsayan bir evreye değindiğinden de bahsetmiştim. İlk olarak Lewis Morgan'ın Ancient Society kitabında bahsettiği bu dönem, medeniyete [*] geçiş dediğimiz arpa-buğday gibi Bereketli Hilal[**] kökenli tahılların ilk önce toplayıcılığın yanında bir miktar ekilmesi, daha sonra mevsimlik yiyecek olarak ekilmesi ve en son olarak da bugün Irak-Suriye bölgelerinde kalan ilk tarım toplumları yerleşimleri dediğimiz köy-komün[***] arası yerleşimlerde tahıl ambarlarının da kullanılmaya başlanmasıyla farklı bir aşamaya girilerek mevsimlikten yıllık tarıma geçilmesi ile başlayan ve günümüze kadar uzayan bir dönemi kapsar. Tarımın bu şeklini alması, Mezopotamya kökenli medeniyetin günümüzde bile çok baskın ve birinci derecede görülen etkilerini ve karakterini sertçe şekillendirmiştir. Günümüzde ana tüketim maddesi olarak kullanılan tahılların çoğu Bereketli Hilal kökenlidir. Bunlardan arpa ve buğday örneğine bakarsak sebebi kolayca anlaşılabilir; bu bitkiler kolay ıslah edilebilirler, uygun şartlarda bir yıl depo edilebilirler ve nişasta depoladıkları başak kısımları dışında da hayvan yemi olarak saplarını bırakırlar ve bu hayvanlar da aynı zamanda toprağa verimi artıracak gübreleri bırakırlar. Bu özellikler kronolojik olarak yaklaşık 10-12 bin yıl kadar önce gerçekleştirilmiştir. Önce tahıl bitkilerinden sağlıklılar göz yordamıyla seçilerek -bilinçli seçilimle genlere müdahale, malumunuz GDO meselesi- sağlıklılar tohum olarak kullanılmış ve böylece çok kısa sürede verim ileri seviyelere çıkmış. Daha sonra ise depolama geliyor anlattığımız gibi, ve sonrasında ise artık yerleşik hayata geçmiş ama hala et için avcılık yapması gereken insanların yine Bereketli Hilal kökenli keçi, koyun, inek, eşek, at gibi hayvanların evcilleştirilmesi gerekmiştir, ve yapılmıştır da. Böylece hem gübre ile verim daha da artmış, hem de insanlar avcılık ve toplayıcılık için kaybettikleri zamanı daha farklı alanlara yöneltebilmişlerdir. Medeniyete geçiş aşaması, en azından Mezopotamya için böyle. Tabi ki Çin, Afrika, Güney Amerika, Yeni Gine, Avustralya gibi yerlerde tahıl tarımı ve bu kadar yaygın hayvan evcilleştirmesi olmadığı için durum çok daha farklı gözükse de benzer yönler çok daha fazla. Bu detaylara girmekten kaçınarak, esas meselemize dönelim. Medeniyete geçildi de ne oldu? İşte Diamond burada şimdiye kadar çizdiğimiz senaryoyu onaylayan pek çok antropologdan sonra işi devralıyor.



Günümüze ve "tarihe" yani yazılı geçmişimize bir baktığımızda, yazının girişindeki büyük trajedik olayların tekrarlandığını ve buna rağmen hepimizin bu durumları doğal olarak kabul ederek diğer hayvanlardan ve ilkel atalarımızdan üstün bir yaşam sürdüğümüzü de iddia eder durumda olduğumuz görülür. Kaçımız bundan 15 bin yıl önce dünyaya gelmek isterdi? Ya da o kadar geriye gitmeyelim, bundan iki yüz yıl önce doğru elektriğin ve içten yanmalı motorların olmadığı bir dönemde? 18. yy.'a dair belki romantik sebepler sayılabilir, ama sanırım çok azımız bir avcı-toplayıcı toplumda dünyaya gelmeyi isterdik. Çünkü günümüz dünyasında rahat, sağlıklı, kültürlü ve estetik bir hayatın keyfini sürdüğümüzü düşünürüz. Bir hayvanın peşinde ava gitmek veya her gün taze meyve ve ot toplamak gibi derdimiz yok ne de olsa. Ama Jared Diamond bizleri biraz dürterek işin pek de öyle olmadığını söylüyor.

From the progressivist perspective on which I was brought up to ask "Why did almost all our hunter-gatherer ancestors adopt agriculture?" is silly. Of course they adopted it because agriculture is an efficient way to get more food for less work. Planted crops yield far more tons per acre than roots and berries. Just imagine a band of savages, exhausted from searching for nuts or chasing wild animals, suddenly gazing for the first time at a fruit-laden orchard or a pasture full of sheep. How many milliseconds do you think it would take them to appreciate the advantages of agriculture? [1] diye meseleye girdikten sonra ekliyor Diamond: While the case for the progressivist view seems overwhelming, it's hard to prove.  How do you show that the lives of people 10,000 years ago got better when they  abandoned hunting and gathering for farming? Until recently, archaeologists had to resort  to indirect tests, whose results (surprisingly) failed to support the progressivist view.  Here's one example of an indirect test: Are twentieth century hunter-gatherers really  worse off than farmers? Scattered throughout the world, several dozen groups of so-  called primitive people, like the Kalahari Bushmen, continue to support themselves that  way. It turns out that these people have plenty of leisure time, sleep a good deal, and  work less hard than their farming neighbors. For instance, the average time devoted each  week to obtaining food is only twelve to nineteen hours for one group of Bushmen,  fourteen hours or less for the Hadza nomads of Tanzania. One Bushman, when asked  why he hadn't emulated neighboring tribes by adopting agriculture, replied, "Why should  we, when there are so many mongongo nuts in the world?" (agy, vurgular eklenmiştir).

Durup bir düşünelim. Dünya üzerinde hala avcı-toplayıcı olarak yaşayan toplumlar var ve bunlar yakın bölgelerde yaşayan tarıma geçmiş toplumlardan daha çok boş zamana sahipler, üstelik bir de yüzsüzce neden tarım yapalım ki diyorlar ! Bununla bitmiyor, aynı yazının devamında Diamond'un eklediği gibi:  While farmers concentrate on high-carbohydrate crops like rice and potatoes, the  mix of wild plants and animals in the diets of surviving hunter-gatherers provides more  protein and a better balance of other nutrients.  Günlük ihtiyaçlarından daha fazla karbonhidrat ve protein temin edebilen ve daha çok boş zamanları olan avcı-toplayıcılar; üstelik onlarca farklı tür bitki yedikleri için binyıllardır buğday, arpa, pirinç veya patates kıtlığından açlıkla boğuşan tarıma geçmiş "medeni" toplumlar gibi buhranlara alışık değiller. Aç kalabilirler, ama bir yıl boyunca değil kısa süreliğine. Yani, günümüzdeki avcı-toplayıcıların durumu sanıldığı gibi bizden daha kötü değil.

Buraya kadarki büyük alıntılardan dolayı özrümü kabul edin, fakat "modern ve medeni insanın üstünlüğü" sonucuna varan progresivist bakışın geçersizliğini göstermek için az bile. Yazının devamında da pek çok aksi kanıt görülebilir. Ama esas ilgilendiğimiz nokta, eğer gittiğimiz yol bizim varoluşumuz için en gerekli yol değilse -ki bu evrim ile çok karıştırılan bir süreçtir, bu konuda dikkatli olunmalı- neden seçtik ve bunun sonuçları neler olacaktır? Neden seçtik sorusunun cevabı çok açık değil. Dünyada tarıma geçen pek çok insan topluluğu var ve bunların geçiş zamanları da benzer tarihlere denk gelmekte. Fakat bazı çevrelerde hakim olan tarıma geçişin insan toplumlarının vazgeçilmez bir gelişim aşaması olduğu olgusu yanlıştır. Tarıma geçiş, toplayıcılığın veriminin düştüğü zamanlarda  ıslaha ve yetiştirmeye uygun bitkilerin civarında yaşayan toplulukların zorunlu veya zorunsuz olduğu kesin olmasa da geçrekleştirdiği bir aşamadır. Burada bir görüş, avcı-toplayıcı toplumların tarıma nüfus yoğunluğu olarak zorunlu olmadıkça geçmediklerini savunur. Yani, geçiş yine bir coğrafi-çevresel determinizmin sonucu oluyor. Peki ya sonuçları?

Yazının başında değindiğim gibi (güncel olarak özellikle H5N1 ve H1N1 gibi pandemik hastalıkların gündeme taşıdığı) salgın olsun olmasın hastalıklar, iklim değişimi, ekonomik buhranlar, savaşlar, açlık, işsizlik vesaire uzayıp giden bir liste hazırlamak pek hoş olmazdı. Elbette tüm dertlerin sorumlusunu bulmuş gibi indirgemeci davranacak değiliz. Fakat, günümüz medeniyetinin -ve tarihimizin elbette- bize getirdiği fakat başka toplumlarda olmayan sorunların sebeplerini bu kadar temel bir faktörde aramak çok akılcı olacaktır.

6 milyon yıllık insan evriminin son 10-15 bin yılında -ve onun evrimsel geçmişine zıt olarak- gelişen tarım ve hayvancılığın insanlığa birincil hediyesi sağlık sorunlarıdır -diğer sorunların bazılarına daha sonraki yazı(lar)da değineceğiz-. Avcı-toplayıcı toplumlara kıyasla, tarıma geçen toplumlar sağlık konusunda inanılmaz bedeller ödemişlerdir. Bir örnek için Diamond'a dönersek: Compared to the hunter- gatherers who preceded them, the farmers had a nearly fifty percent increase in enamel defects indicative of malnutrition, a fourfold increase in iron-deficiency anemia (evidenced by a bone condition called porotic hyperostosis), a threefold rise in bone lesions reflecting infectious disease in general, and an increase in degenerative conditions of the spine, probably reflecting a lot of hard physical labor. "Life expectancy at birth in the preagricultural community was about twenty-six years," says Armelagos, "but in the postagricultural community it was nineteen years. So these episodes of nutritional stress and infectious disease were seriously affecting their ability to survive."  Örnek çok açık. Tarım, sağlık için hiç de iyi değil ! Ama besleyecek çok fazla nüfusunuz varsa? İşte o zaman buna mecbursunuz. Zararlı olduğunu bile bile bir şeyi yapmak gibi. İnsanları binyıllardır kıran pek çok hastalık, evcilleştirilmiş hayvanlardan insanlara geçmiştir. Avcı-toplayıcı toplumlar hayvanlarla bu kadar iç içe olmadıkları için çok az enfeksiyonal hastalığa sahiptir. Ayrıca, tarıma geçişe kadar dayanan bazı sağlık sorunları ise hiç de enfeksiyonal değildir: obezite, stress, iskelet sistemi bozuklukları, kalıtsal hastalıklar, yüksek tansiyon ve uzayıp giden bir liste. Hepsine de çok aşinayız.  Çok beğendiğim bir düşünce şudur: insanlar evrim üzerinde tehlikeli bir oyun oynuyorlar. Normalde soyunu devam ettirme şansı olmayan (kısır olması manasında değil, örneğin bir kalıtsal hastalığın taşıyıcısı olarak) pek çok insan gelişen tıp ile bilinçli (cinsel) seçilimi atlatarak çocuk sahibi oluyor. Bu, günümüzde insanların ömrünü ve yaşam kalitesini artırıyor gibi gözükebilir. Peki bu genetik havuzdaki tahribat yeterince büyük bir boyuta gelince? İşte insanlar için tehlike çanları o zaman çalacaktır.

Tarım ve hayvancılık ilk önce köy ve kent yapılaşmasına ve çok yakın tarihlerde de devletleşmelere yol açtı. Bu genel olarak dünyanın demografisini kökten etkileyen bir gerçek. Bugün bizi biz yapan genetik birikimler bazı olasılıksal süreçler sonucunda ama en keskin olasılık bileşeni olarak ise tarıma geçişle belirlenmiştir. Ama öyle bir belirlenme ki, sayısız hastalık ile boğuşa boğuşa ve hepsine karşı bağışıklık kazanarak "yok olarak gelişen" bir süreç. Avcı-toplayıcı kuzenlerimiz çok çeşitli bitki ve hayvanlardan yararlanırken, biz genellikle bir-birkaç bitki ve hayvan türüne muhtaç binyıllar geçirdik. Kıtlık yıllarında açlıktan kırıldık. Hijyen anlayışı olmadan çok geniş toplu yaşama geçtik ve hastalıkların -tıpkı eski İstanbul yangınları gibi- yayılmasını sağladık. Bu binyıllar sonrasında biriktirdiğimiz bağışıklıklarımızla birlikte Amerika'ya -gazaya giden bir akıncı gibi !- gittiğimizde oradaki toplumlara bu mikroplarımızı da birlikte götürdük. Silahlarımızdan çok kişi öldürmüşlerdi, çünkü onları da kendimizle birlikte güçlendirecek şekilde evrimleştirmiştik -toplu yaşamın katkılarıyla-. Elbette Amerika'daki bazı toplumlar da tarım toplumuydu, ama orada Ortadoğu'daki gibi evcilleştirecek hayvanlar olmadığı için koyun veya inek yerine lama evcilleştirmişlerdi -onu da ne binek olarak ne de tarlada güç kaynağı olarak kullanıyorlardı- ve bu yüzden bu kadar çok enfeksiyonal hastalıklara alışık değillerdi.


Burada güncel bir örneğe girmek istiyorum. Bu günlerde tehlikeli olarak yayılan pandemik bir hastalık olan A gribi, namı diğer domuz gribi. Beni bu yazıyı yazmaya karar verdiren bir başka blog yazısının [2] konusunu oluşturan domuz gribi ve medeniyete geçiş meselesini ondan da faydalanarak mercek altına almak istiyorum. Yazıda değindiği gibi, hayvancılık öncesi insan ve evcilleştirilen -bizlere enfeksiyonlarını hediye eden- hayvan nüfuslarını bilmek zor. Fakat evcil hayvan nüfusu arttıkça beslenme, giyinme, taşıma gibi konularda da ilerleyen insanların nüfusunun artacağı; insan nüfusunun arttıkça hayvan nüfusunun da artacağı açık. Klasik "dünyadaki inekler atmosferin sıcaklığını 2 derece artırıyor" geyiği bir yana, salgın hastalıkların durumunu, dünyanın "fethedilmesi"ne kadar gidecek olan yayılmayı ve bunun doğa ve insan toplumu üzerindeki etkilerini şöyle kısaca tahmin etmesi zor değil. Yazıda en sevdiğim kısım cümle şöyle diyor: "If you are a hunter-collector and are sorry for being infected by a murder pathogen from, let’s say, monkeys, you can be comforted if you are aware that a tribe with more than 50 people will die altogether, or become immune to it very quickly. And probably the sickness will stay right there because those poor people rarely have contact with other groups. Everything changes completely when we have dense populations of animal raisers and agriculturists inter-linked by trading routes and constant extra-tribal interaction. Nowadays even murder pathogens may benefit from the population critical mass, spread to one or more whole continents and cause too much damage, a fact that was very unlikely to happen in the pre-taming period."(agy.) İşte domuz gribi de, hayvancılığın yalnızca bir sonucudur. Bu yüzden, öngörülen ve hiç de şaşırtıcı olmayan -ve hiç de tanrının gazabı olmayan- bir gerçektir. Salgın hastalıkların hepsi için durum özetle budur. Jared Diamond buna "insanlık tarihinin en büyük hatası" diyor.

Bir sonraki yazıda "medeniyet"in sosyal etkilerinden daha çok bahsetmeyi düşünüyorum. Fakat bu kısma giriş olarak Jared Diamond'un Çöküş kitabı üzerine yaptığı kısa bir konuşmayı buraya eklemek istiyorum. Böylece hem onun üslubunu görmüş olacaksınız, hem de harekete geçmek konusunda biraz daha şevk kazanacaksınız umarım. İnsanlık tarihinin en büyük hatasının, o hatadan çok da geç değil, birkaç bin yıl sonra farkına varan insanlardan biri olmak isteyenler için özellikle kesinlikle tavsiye ediyorum.


Why Societies Collapse? (Altyazılar kısmından Türkçeyi seçiniz)



[*] Yazı boyunca medniyet, medeni, medeniyete geçiş kavramları avcı-toplayıcılıktan tarıma ve daha sonra şehir yaşamına geçen insan toplumları ve bu süreç ile ilgili olarak kullanılmıştır. Olumlu veya olumsuz bir anlam taşımamakta, avcı-toplayıcı toplumları olumsuzlamamaktadır.


[**] Bereketli Hilal (Fertile Crescent):  Mezopotamya, Doğu Akdeniz ve Mısır'ı kapsayan ve uydudan bakıldığında dahi yeşilliği ile bir hilali andıran bereketli bölgeye verilen ad. Bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Fertile_Crescent  ve http://www.bible-history.com/maps/maps/fertile_crescent.jpg

[***] İlkel toplumlarda kabilelerin (gens) bir arada yaşadıkları yapı-kurum. Bir örneği geçen yıl Peru-Brezilya sınırında bulunan ve medeniyetle daha önce temas kurmadığı tahmin edilen üst avcı-toplayıcı toplumun şu fotografından görlebilir: http://i.dailymail.co.uk/i/pix/2008/05/29/article-1022822-016B054900000578-659_468x314_popup.jpg


[1] The Worst Mistake In The History Of The Human Race,  Jared Diamond, Discover-May 1987, s. 64-66

[2] Bu blogda H1N1 ile ilgili detaylı bilgiler de bulabilirsiniz: http://blog.h1n1.influenza.bvsalud.org/en/2009/09/14/influenza-a-h1n1-guns-germs-and-steel/
Paylaş

bir garip üçüncü şempanze

Introspection and preserved writings give us far more insight into the ways of past humans than we have into the ways of past dinosaurs. For that reason, I'm optimistic that we can eventually arrive at convincing explanations for these broadest patterns of human history. [1]
Geçenlerde bir yazımda Jared Diamond'a atıfta bulunmuştum. Daha sonra birkaç farklı yerde de konusu açılınca Jared beyefendi hakkında birşeyler yazma ihtiyacı hissettim. Ama bu hissiyat, önümdeki konunun büyüklüğü altında ezilme korkumu da içermektedir. Beklentileri karşılayabilecek seviyede olacaktır umarım.

Efendim Jared Diamond bir bilim insanı. Gerçi kendisine yok fizyolog yok jeolog gibi branşlar biçseler de, benim yalnızca bilim insanı makamında gördüğüm ve o makamı dolduran genişlikte bir insandır zat-ı şahaneleri. Üstelik bunlar içinde doğa bilimlerinden çok sosyal bilimlere yakın görmekteyim kendisini. Antropoloji ve sosyolojinin önünü açan tezlere sahiptir.

Kendisi bu aralar akademi çevreleri veya Rusların o sevdiğim -ortamın kasıntı pozlarını iyi yansıttığı için- terimiyle intelijensiyada, popülerleştiği için pek sevilmemekte diye duyumlar aldım. Eh akademik çevrelerin kıskançlığı meşhurdur. Hele ki "yukarıdaki" veya "yukarılardaki"lere yaranmadan yalnızca kendi merak ve zihninin ürünlerini kamunun önüne serip "işte ürünlerim bunlardır" diyen fikir insanlarının kıskanılma popülerliği sanırım ki okunma popülerliğinin misliyle tutar. Neyse, bu elit akademisyen mösyöleri bir kenara bırakıp Jared Diamond'a geçersek; kendisinin popülerliği, sosyal meselelere kafa yorup ve bunları sosyal bilimci de olsa bilimcilere bırakılamayacak kadar değerli görüp popüler bilim kitapları olarak neşretmesinden kaynaklıdır. Pek çok ödül almış olan bu kitaplar kronolojik olarak Üçüncü Şempanze, Seks Neden Keyiflidir?, Tüfek, Mikrop, ve Çelik, ve Çöküş'tür.

İlk kitabı olan Üçüncü Şempanze'de insanın bilinen iki şempanze türüyle olan genetik ve sosyal yakınlığından dolayı şempanze olarak kategorilendirilmesi gerektiği fikri üzerinde durulmakta. Daha sonra ilginç bir konuya geçmiş görüldüğü üzere Jared Diamond, genel olarak cinsiyetlerin oluşumu, mücadelesi, seksin hayvanlardaki kökeni gibi konulara değinilen  ve özelde insan cinselliğinin evrimi diyebileceğimiz bir konusu olan bir kitap. Bu iki kitapta da "signalling theory" [2] diye evrimsel biyolojinin eğlenceli bir oyun bahçesine de bir miktar giriyorlar ki ileride bu konuya da değinmeyi düşünüyorum (işaretlerle uğraşan bir mühendisin bakış açısından ilginç olabilir değil mi?). Burada kronolojiyi bozarak son kitap Çöküş'e de kısaca değineceğim. Coğrafya-evrim-sosyoloji ilişkilerinin kurulduğu ve temelde "toplumlar niye çökmüş, çöküyor ve bizim toplumumuz çökecek mi, çökecekse niye?" soruları ve sorunları üzerine yazılmış kitapta Diamond'un her zaman en önemli gördüğü coğrafyanın toplumların kaderlerine nasıl etki ettiğini görebilirken farklı coğrafyalarda temeli atılmış ama başka coğrafyaya göçmüş toplumların orada o bölgenin yerlileri ile kıyasla karşılaştıkları sorunlar gibi çok detaylı incelemelere girilmiş. Ayrıca güncel bir sorun olan küresel iklim değişimini coğrafya-toplum ilişkisinin dengesizleşmesi olarak ele alan Diamond tarihten çıkardığı sonuçlarla sonuçta doğanın kendi yolunu bulacağını ve bu olayı (insanlar için) tatlı veya tatsız şekilde halledeceğini belirtiyor. Bu yüzden bu kitabı diğerlerine göre çok daha aktivist olarak kabul edilebilir. [*]

Ve sonra geliyoruz benim baştacım olan Tüfek, Mikrop ve Çelik'. Diamond'un Yeni Gine'ye kuşları gözlemlemek için yaptığı seyahatinde yerlilerle kurduğu iletişim ve onlardan birisi olan Yami'nin "neden beyaz adamın bu kadar çok kargosu [**] var da bizim çok az var?" sorusu üzerine düşünmesiyle başlıyor her şey -belki de ilgi çekici bir giriş için bir miktar kurgu olabilir bu başlangıçta-. Diamond yıllardır temasta bulunduğu bu yerli toplum ile  kendi modern toplumunu zaten ufak ufak ayrık kıyaslamalara tutmuşken bu soru çok temelden konunun bütünlüğü üzere yoğunlaşmasına sebep oluyor. Bu yüzden -her zamanki çalışma şekliyle- çeşitli medeniyetleri kıyaslamak için tarihte geriye sararken farklılıkları en çok etkileyen faktörleri bulmaya çalışıyor.

Aslında çok miktarda da bulsa da, kitabın adındaki gibi "tüfek, mikrop ve çelik" olarak diğer tüm başlıkları kapsayan üç ana kalemde topluyor bunları. Ama isimlendirme aldatıcı olmasın;, temelde hepsinde coğrafyanın bu başlıklara yansıyışı var. Örneğin mikrop [germs] başlığı coğrafi determinizm altında tarımı ve hayvancılığı sebep olduğu hastalıklar ve bakımından kapsıyor [3]. Yahut tüfek [orjinalinde guns] başlığı aynı zamanda evcilleştirilmiş atlardan tekerleğe, baruttan zırhlara, ve yine mikroplar ile taş baltalara kadar medeniyetin farklı iki yüzünün avantaj-dezavantajları var (evet her zaman beyaz adam avantakjlı değil). Bu inceleme ise ayrı ayrı normal gözüken şeylerin birbiriyle ilişkilerinin kurulmasının ardından çok ilginç ve önemli sonuçlara götürüyor bizleri. Örneğin (daha önceki bir yazımda değindiğim gibi) yeryüzünde kurulmuş tek medeniyet Avrasya [Diamond'un deyimiyle] medeniyeti değildir. Amerika, Yeni Gine, Orta Afrika, Yeni Zellanda ve Avustralya gibi (ki adını saymadığımız onlarcası var) pek çok medeniyet "ekolü" var olmuş. Tabi burada kitabın adındaki tüfek, mikrop ve çelik bize nasıl da Batı koloniciliğinin nicel zayıflığına rağmen tüm bu medeniyetleri domine edebildiğini veya  Orta Afrika örneğinde olduğu gibi nasıl tam tersi şekilde hezimete uğradığını gösteriyor. Bir diğer önemli sonuç ise, Friedrich Engels'in de daha önce ortaya koyduğu gibi, insanlığın yüzbinlerce yıllık geçmişinin yalnızca son on bin yılının tarım ve sonrasında gelen medeniyet savaşlarıyla geçtiği.

Jared Diamond'u coğrafi determinizmi çok abarttığı, çok mekanik olduğu, genetiğe çok önem vermediği (yani ırkçı olmadığı) ve üstü kapalı şekilde medeniyeti yadsıdığı gibi sebepler ortaya atarak eleştirenlerin az olmadığını söylemiştik. Fakat kendisi o büyük mütevazılığıyla günümüz medeniyetinin en iyi ve en üstün medeniyet olmadığı ve hatta pek çok yönden zayıf ve mantıksız olduğu sonucuna çıkan araştırmalarının arkasında durarak güncel problemlerimizin kökenlerine ışık tutma yolunu seçiyor. Bu yazıyı çok fazla uzatmamak açısından burada kesiyorum, ama bir sonraki birkaç yazım küresel iklim değişimi, domuz gribi gibi günümüz sorunları ile Jared Diamond'un teorileri üzerine olacak. Daha sonraki bir tarihte ise, Jared Diamond ve diyalektik materyalizm üzerine bir yazı planım var ama onun için çok daha etraflı bir çalışma gerekecek gibi gözüküyor.

[*] Ne yazık ki bu üç kitabı da henüz okumadım. Fakat Diamond'un bu konularda kitaplarla paralel olarak yazdığı bazı makaleler ve yaptığı konuşmalar ile kitap hakkındaki incelemelerden edindiğim bilgilerle kısa bir bilgilendirme yapabiliyorum. İleride her birini okurken bir "okuma güncesi" olarak buraya yansıtmak gibi bir fikrim de var açıkçası.

[**] Yeni Gine yerlilerinin eşyaya verdikleri isim, kolonileşme döneminde uçak ve gemiyle gelen eşyalara kargo denilmesinden dolayı

[1] http://www.edge.org/3rd_culture/diamond/diamond_p6.html
[2] http://en.wikipedia.org/wiki/Signalling_theory
[3] http://en.wikipedia.org/wiki/Smallpox#History
Paylaş

imagine

 "Imagination is more important than knowledge."
Albert Einstein


"...while I am certainly not asking you to close your eyes to the experiences of earlier generations, I want to advise you not to conform too soon and to resist the pressure of practical necessity. Free imagination is the inestimable prerogative of youth and it must be cherished and guarded as a treasure."  
Felix Bloch

“Imagination is the beginning of creation. You imagine what you desire, you will what you imagine and at last you create what you will.”
Bernard Shaw
Paylaş

savaş arabalarının kaldırdığı tozlar göze kaçarsa

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi [*] ve benzeri "devlet ideolojisi" derslerinin kulağımıza çaldığı tarihle de inkılapla da bağdaşmayan iflah olmaz vulgerlikte o meşhur dört tarafı düşmanlarla çevrililik ve jeopolitik önem söyleminden, romantik vatanseverliğin medeniyetin beşiği övünmesine kadar pek çok şey söylenir Küçük Asya ve Mezopotamya tarihi için. Övünç kaynağı saydığımız medeniyetlerin nicel çokluğundan öte nitelik olarak da günümüz modern uygarlığını çok yüksek oranda temellendirmiş oluşu belki de bu yaklaşımlara doğrulamak için bir aldatmaca olabilir. Şu halde, neden bu düşünceleri eleştiriyorum?


Öncelikle, bu anlayışlar antik tarih ile günümüz arasında giden sürekli ve zigzaglı hattı bir sıçrayışta bilmem kaç bin yıl ileri sarıp -el çabukluğu marifet- araları da atlayarak sanki o zaman dünyanın politik, demografik ve sivil yapısı şimdiki ile birmiş gibi o zamanın zıtlaşmaları ile günümüzü bağdaştırmaya çalışıyorlar. Şiirsel bir yaklaşım, ama bilimsel kesinlikle değil. Jared Diamond'un ünlü eseri "Guns, Germs and Steel"de çok detaylı açıklamaları ile kuşku bırakmayacak şekilde ortaya koyduğu gibi, bugün Batı Medeniyeti dediğimiz medeniyet akımının -yani ilk antik çağ Mezopotamya sınıflı toplumlarından köken alan- Mezopotamya'da doğup hemen arkasından Küçük Asya'ya sıçraması bu bölgedenin doğal florasında buğday, arpa gibi depolamaya uygun temel tahıl ürünleri ile faunasında inek, eşek, deve, at, keçi gibi evcilleştirmeye uygun hayvanların bulunuşundan ötürüdür. Fakat bir yanılgı var ki, o da tek medeniyetin Mezopotamyadan kaynak alan medeniyet oluşu. Oysa Amerika, Orta Afrika, Güney Afrika, Çin ve Papua Yeni Gine'de farklı medeniyetler "sıfırdan" gelişmişlerdir. Burada romantik vatanperverleri hayalkırıklığına uğrattığımız için üzgünüz.

Bugünkü Batı Medeniyeti'nin tüm bu diğer medeniyetlere -Çin müstesna- galip gelmesine dair detaylara girmekten kaçınıp ilgilenenleri kitaba yönlendiriyorum. Burada esas meselemiz, Mezopotamya'nın antik çağlarda -ve hatta orta çağa da sarkan bir dönemde- ne kadar önemli olduğunu görmek. Tüm bu bitki ve hayvan türlerinin dünyaya yavaşça yayıldığını ve bu süreçte en verimli şekilde Mezopotamya'da bulunduklarını düşünürsek, tüm o çekişmelerin sebebini anlayabiliriz. Peki ya günümüz için ne söyleyebiliriz? Bizim resmi tarih anlayışımız dediğim gibi Sümerlerden Hititlere, Hititler'den -ki onu da Mısır, Asur, Babil olmadan- Roma-Bizansı atlayıp bi anda Osmanlı'ya geçtiği için inanılmaz bir bilgi tahribatı yapılıyor. Tarihte bu topraklar üzerinde hep oyunlar oynandı ayağı gösterilmeye çalışıyor.

Elbette bu topraklarda sürekli çatışmalar-çekişmeler yaşandı. Fakat "bilinen dünya" geyiği gibi tek savaşlar buralarda yaşanmış değil. Sırf Japon-Kore-Çin çekişmeleri [1] (ki hepsinin ayrı ayrı iç çekişmeleri) bile toprağın esas üretim aracı olduğu feodal çağlarda bunun bilmesek de dünyanın her yerinde aynı olduğunu göstermek için yeterlidir bence. Kaldı ki "bilinmeyen dünya" Amerika'daki durum da hiç farklı değil. Ama bizim tarih anlayışımız feodalizmle kapitalizmi ayırmaz, çünkü kendisi kapitalist olur o zaman ! Topraklar üzerindeki oyunlar ayağı sömürgecilik dönemi o hiç verilmi toprakları olmayan Afrika'ya leş bulmuş akbaba gibi üşüşülmesini açıklayamaz. Zaten öyle geniş bir vizyon da amaçlanmaz, önemli olan yalnızca bu topraklardır ya. Petrolün tesadüfen tıpkı daha önce hiç de değerli olmayan Arap Yarımadası'nda çıkması tesadüfü de bizimkileri durduramaz, çünkü Irak'ta da petrol vardır ve bu topraklarda zaten hep oyunlar oynanmıştır. Çağ nedir, sosyal durum nedir, üretim sistemi nedir anlayışı diye bir şey yok. Dört taraftan çeviren düşman oyunlar oynayarak -Truva Atı da bu topraklarda çıkmıştı sahi !- işgal etmek istiyor güzel vatanımızı. Sanki biz de bu vatanı zamanında işgal etmemişiz gibi. Ha bir de Türkiye'deki bazı etnik grupların son dönem "biz daha önce vardık" söylemi var ki, bu da öbüründen aşağı kalmaz. Aynı kapıya çıkıyor, senden önce başkası yok muydu ey bilmem kaç bin yıl önce Afrika'dan çıkıp gelen Homo Sapiens'in torunu diyoruz hepsine.

 Aşağıda durum tespiti için çok faydalı gördüğüm "zamana bağlı fonksiyon" olan bir harita var [2]. Bu haritaya bakarken üzerimize bindirilmiş bu saçma bakıştan sıyrılıp verilen tarihlerde haritada beliren ülkelerin sosyal-ekonomik durumlarını göz önünde bulundurursak dediklerim daha net anlaşılabilecektir. Perslerle İngilizlerin aynı amaçları taşıdıklarını düşünmeyelim en azından. Ayrıca, biz dahil kimsenin "bu topraklar" diyemeyecek kadar daha dünkü çocuk olduğumuzu da çok net görebiliriz.



[*] Evet bugün bu dersin vizesine maruz kaldım ve onlarca sayfa mantıktan yoksun notları ezberleyerek vaktimi ve birkaç nöronumu öldürdüm. 

Paylaş

aynı fiziğe farklı yaklaşımlar

Mühendislik eğitimi alan birisi olarak en önemsediğim şeylerden birisi, kesinlikle sağlam bir temel fizik bilgisine sahip olmak ve üzerine alanımla ilgili fiziksel fenomenlere dair kendi anlayışımı inşa etmektir. Elbette matematik, kimya ve malzeme bilimi gibi önemli konularda da altyapılı olmak gerekli, ama bir elektronik mühendisi için fiziksel kavrayış olmadan hiçbirşeydir. Çünkü, bazı mühendislik disiplinleri daha çok sistem modellemesi üzerine kuruluyken, örneğin elektronik gibi pek çok disiplin de doğrudan "uygulamalı fizik" diyebileceğimiz bir konumda. Elbette elektroniği oluşturan yapılarda da modelleme sistemleri (örneğin devre teorisi, kontrol teorisi, haberleşme teorisi) de bulunmakta. Fakat, tüm bunlar fiziksel birikimin "uygulanması" için -kendi içinde teorik gelişmeler de göstererek inanılmaz derecede önümüzü aydınlatan- kullanılırlar ve bir anlamda, eğer işin fizik boyutunu hayata geçiremezseniz istediğiniz kadar gelişkin teorileriniz olsun onları kullanamazsınız. Bu, devre teorisi için de böyledir, en genel modelleme sistemi olan "fiziğin dili" matematik için de.


Fiziğin ve mühendislik öğrencileri için fizik eğitiminin önemini anlamış ve bu eğitimin aksaklıklarının acılarını çeken -ki buna yürümeyi öğrenen bir bebeğin yere düşmesiymiş benzetmesi yapıp olayı sempatikleştiremeyeceğim- birisi olarak bu konuda birkaç söz söyleme hakkına sahibim sanırım. Genel olarak Türkiye'ye has aksaklıkların ve yer yer gülünç durumların "lise ve dengi" kısmına pek değinmeyeceğim. Elbette sorunun ucu çok aşağılara kadar inse de, "yüksek öğretim kurumu" diye çok iddialı bir laf ile fiyakasına fiyaka katılmış bir evrensel kurum olan üniversitenin bu fiyakayla orantılı olarak -ve evrenselliğine zıt olarak- nasıl içinin boşaltıldığına değinmeyi daha öncelikli görüyorum.

İstanbul Teknik Üniversitesine elektronik mühendisliği eğitimi almak için girdim. Elbette ki, Türkiye'ye özgü saçmalıklara -diğer deyişle sınavlara- katlanarak elbette. Mühendislik bölümlerinin standart ilk sene eğitimlerimde iki adet temel fizik dersi bulunmaktaydı (fizik 1 ve fizik 2 olmak üzere). Haftada bir günde üç saat bulunan bu derslerin içerikleri evrensel standartlara uygunmuş gibi gözükse de, görünüşe aldanmamak gerekli. Beklentilerimi karşılamayan ve "bitse de gitsek" havasında geçen bu derslere biraz daha detaylı bakmakta fayda var. Buradan sorunun daha genel bir resmine geçebiliriz çünkü.

Fizik 1 diye geçen fiz101 dersi genel olarak mekanik konularını barındıran bir ders. İçerik olarak dediğim gibi hangi ülkeye gitseniz aşağı yukarı değişmeyecek olan bu dersin İTÜ'deki yardımcı kaynakları da dünyada genel kabul görmüş kitaplar. Diyeceksiniz ki, e iyi hoş, herşey "çağdaş" usüllere uygun ! Peki sorun nerede? Efendim, genel olarak "havuz dersi" olarak geçen tüm dersler gibi bu en temel fizik dersleri de şu temel kurallara göre işliyor: yolkamadan kalmamak için derslere git ama dinleme, sınavdan birkaç gün önce fotokopicideki ders notlarını al ezberle, son akşam geçen yıllarda çıkmış sorulara bak ve dersi geç ! İki adet vizesi bulunan bu ders için toplamda her vize için ikişer gün ve finali için hadi olsun olsun üç gün daha ayırırsanız bu iş tamam ! Öğrenmişsiniz, öğrenmemişsiniz hiçkimsenin derdi değil. Hocaların genel yaklaşımı "şu şu soru tarzlarına çalışın kesin çıkar"dan ötede değil. Ya da onu bile yapmayıp dersi anlaşılmamak için her türlü hale sokanları da var, örneğin kimsenin anlamayacağı derecede matematiğe boğarak fiziksel fenomenlerin dilsel ifadesine ve kavranışına hiç girmeyenler. İşin pratik boyutu ise apayrı bir facia. Fizik dersiyle aynı dönemde bir fizik laboratuvarı dersi alınıyor ki evlere şenlik. İçerik olarak konuların ders ile ilgisiz olduğu, deneyden beş dakika önce "deney kitapçığı"ndaki formülleri ezberleyip kısa sınavdan iyi bir not alınan -gerçi asistanına göre değişir bu- ve hiçkimseye hiçbir şey öğretmeyen, asistanların da öğrencilerin de "bitse de gitsek" havasında olduğu birer saatlik sıkıntı yoğunluğundan ibaret bu dersler de. Yani deney-gözlem diye bize yutturmaya çalıştıkları şey, sanki birisi bir yere gidecekmiş de "bi saat şu çantaya gözkulak olur musun" demiş gibi; o adam kim, ne yapıyor, o çantanın içinde ne var, ben niye gözkulak oluyorum sorularının yanıtsız olduğu bir durum. Oraya kim gitse o "deney"leri yapar, en güzelinden raporlarını da haızrlar. Çünkü bir şey bilmek ve öğrenmek gerkemiyor ! E derste de aynısı var zaten, sadece bir miktar matematik bileceksiniz ve "bu niye böyle oluyor" diye sormadan-sorgulamadan formülleri ve soru kalıplarını ezberleyeceksiniz o kadar !

Gelelim fizik 2 derslerine. İTÜ'de bu ders, hangi akla hizmet olduğu belirli olmamakla birlikte iki farklı ders şeklindedir. Yani bazı bölümler fiz102e olarak geçen elektrik-elektromagnetik konularını içeren dersi, bazı bölümler ise fiz106 isimli dalgalar, ses, termodinamik gibi konuları içeren diğer dersi alır. Genel işleniş ve laboratuvar meselesi tamamen fizik 1 dersi ile aynı olan bu iki derste bu detaylara girmeyeceğiz, çünkü buradaki sorun çok daha farklı. Bilgisayar mühendisliği hariç tüm elektrik-elektronik fakültesi bölümleri fiz106 kodlu dersi alıyorlar. Yani, elektrik ve elektronikle uğraşacak adamlara fizik dersinde elektrik konuları gösterilmiyor ! İşin diğer tarafından bakarsak, fiz102e dersini elektrik ile çok az haşır neşir olacak veya hiç olmayacak bölümler alıyor ! Burada bir söylenti şöyle diyor; o bölümlerde zaten elektrik eğitimi verildiği için fizik dersinde görülmesine gerek yokmuş ! Peki durum gerçekten böyle mi? Bu konuda fakültenin temel dersi olan Elektrik Devrelerinin Temelleri (yahut devre teorisine giriş diyebiliriz) dersinde ne Ohm kanunundan bahsediliyor ne de devre elemanlarının elektromagnetik özelliklerinden ! Yani, bahsedilmiyor derken, elektrik-elektromagnetik konusunda temel bilgilere sahip olduğumuz varsayılıyor. Oysa lise dışında biz o konuları hiç görmedik ki ! Haliyle, lisansın 2. yılında mesleğimizin temelini oluşturacak bir dersin gerektirdiği fizik bilgisi, liseden ne kadar kalmışsa o kadarıyla yetinilerek geçiştiriliyor ve tahmin edersiniz ki çoğu şey yerine oturmuyor. Biz ÖSS nesli, akımın ne yönden alınması gerektiğinden tutun kapasitörün ne iş yaptığına veya gerilim kaynağının akım-gerilim referans yönlerine ve ani güç değerlerine kadar pek çok temel bilgi olmadan bu derslere giriyoruz. Oysa ilk senede olasılık ve istatistik veya kimya gibi hiç ihtiyacımız olmayan dersleri alıyoruz ! Ha diyeceksin ki, alıyoruz da ne oluyor? Olasılık ve istatistikten numerik analize, malzeme biliminden lineer cebire pek çok temel mühendislik dersi yukarıda anlattığım mantıkla işlenip öğrenciye hemen hemen hiçbir şey katmadan geçiyor. Öğrenciler dersi ciddiye almıyor haliyle, hocaların bir kısmı hariç onlar da benzer durumda oluyorlar.

İTÜ'de fizik derslerinin bu durumda olması çok ironik aslında. Nedeni ise, daha 2005 yılına kadar Fen-Edebiyat Fakültesi dekanının Prof. Dr. Nihat Berker oluşu. Dekanlığı zamanında yaptığı düzenlemeleri anlattığı bir konuşmasını dinlediğimde -lise öğrencisiyken- İTÜ'de çok muazzam bir fizik eğitimi olduğunu düşünmüştüm. Sanırım onun döneminde derslerin, ödevlerin ve sınavların bir ciddiyeti vardı en azından. Ama ayrıldığından beri gelinen durum bu ! Gerçi kendisi de İTÜ'nün kurum olarak o düzenlemeleri kaldıramayışından sıkıntı çekti sanırım ve diğer devlet üniversitelerinin de bakışının "en iyi ihtimalle" İTÜ gibi olduğunu düşünürsek, ki çoğu zaman daha kötü, vakıf üniversitelerine geçişinin sebebini anlamak zor değil. Kendisinin 2005 yılında İTÜ'ye rektör adayı olmasına rağmen seçilmediğini, şu anda ise Sabancı Üniversitesi'nin rektörü olduğunu hatırlarsak da "bakış farkı"nı görebiliriz.

Sözü hayli uzattığımın farkındayım. Bu kadar yazıda diyip diyeceğimi özetlemek gerekirse, özelte İTÜ'de ve genelde Türkiye'de -bazı vakıf üniversiteleri hariç- mühendislik eğitiminde temel bilimlere yönelik dersler vasatın altında bir kalitede büyük bir isteksizlikle işleniyor ve çoğu zaman öğrenciye bir şeyler katmıyor. Bu acı duruma, örneğin fizik dersindeki duruma, hayatını o bilime adadığını düşündüğümüz -belki de çok iyi niyetliyiz- bilim insanlarının hiçbir şey demiyor olması durumu daha da vahimleştiriyor. Bir fizik profesörünün "bitse de gitsek" havasında tahtaya bir iki şey çizip kitaptan bir iki soru çözmesi midir fizik eğitimi? Zaten rezalet bir ilk ve orta öğretimden türlü dershane saçmalıkları ve sınav cambazlıklarına katlanarak gelmiş ve madde nedir, evren nedir, fizik nedir, matematik nedir sorularının cevaplarını veremeyecek kadar algısı ve bilgisi dar insanlara "işte bu top burdan geliyor şuraya çarpıyor bilmemne formülüne göre bu şudur" diye hiçbir kavrayış katmadan üç saat geçirmekten sıkılmıyor mu bu insanlar? En basitinden yaptığı işe saygı duymaları lazım. Tabi burada fizikçilere çok yüklendik -haklı olarak- ama yalnız onlar değil, hemen hemen tüm temel bilimler hocaları ve kısmen mühendislik hocaları için de geçerli aynıları.

Tüm bunlardan sonra "nasıl olmalı?" sorusunun cevabını da vermek lazım. Hazır Nihat Berker'den bahsetmişken MIT'ye bir bakmakta fayda var. Klasik "abi İTÜ ilk 500 üniversitedeymiş dünyada" geyiğindense, neden MIT en üst sıralardanın cevabını veririz bide hiç olmazsa. MIT'de temel fizik eğitiminin içeriğindense "nasıl" olduğuna çok etkili değinmek için aşağıda MIT'nin ünlü fizik Profesörü Walter Lewin'in verdiği temel fizik derslerinden kısa bir derleme videosunu ekliyorum. Kendisinin işinin yalnızca böyle atraksiyonlu fizik dersleri anlatmak olmadığını ve çok önemli bir araştırmacı olduğunu da belirtmeliyim.


Paylaş

Leon Chua ve "kayıp eleman" üzerine

2008 yılında HP İletişim ve Kuantum Sistemler Laboratuvarında Stanley Williams liderliğindeki bir araştırma ekibinin dünyaya duyurduğu gelişme elektronik ile ilgili pek çok kişide şaşkınlık ve heyecan uyandırdı. Memristor, yani memory resistor (hafızalı direnç) denilen, fiziksel cismi yeni teorik altyapısı eski bir eleman, katkılanmış Titanyumdioksit  malzemelerin uygun bir geometride kullanılması ile gerçeklenmişti [1]. Memristor nedir, necidir, yenilir mi yoksa türlü dertlere deva içerir mi kısımlarına girmeden önce, ilgimizi daha çok bu "teori-pratik" arası zaman kaymasına verelim istiyorum. Elbette ki tüm bu soruları da yanıtlayarak.

Leon Chua nam bir danişmend kişi, ki kendisi devre teorisinin üstatlarından birisidir, 1971 yılında bu memristor dediğimiz "devre elemanı"nın biz onu bulamamış olsak dahi bir yerlerde bir şekilde olması gerektiğini yazmış. Yazmakla da kalmamış, inciğine cıncığına kadar teorize edip bir dizi aktif devre elemanlarıyla bu pasif devre elemanının davranışını simule etmiş ve sonuçlarıyla birlikte yayınlamış [2]. Daha önceki yazımda değindiğim "olaylara ve olgulara karşı algının tutumu"nun önemini kanıtlar şekilde Leon Chua, daha önce  katı hal fizikçilerinden elektromagnetik teoricilere ve devre teoricilerine kadar herkesin gözü önünde olan ama kimsenin "fark etmediği" çok basit bir "şey"i fark ederek yola çıkmış. Elimizde elektromagnetik teoriye dair fiziksel büyüklükleri (yük: q, akım: i, gerilim: v, akı: φ olmak üzere) birbirine bağlayan iki adet yasamız (dq=i.dt and dφ=v.dt) ve üç adet bağıntımız (dv=R.di,  dq=C.dv,  ve  dφ=L.di) halihazırda bilinmekteydi. Chua'nın düşüncesi ise, bu dört farklı fiziksel büyüklüğü birbirine bağlayan altı adet bağıntının bulunması gerektiğiydi. Yukarıda gördüğümüz gibi, iki temel yasa ve üç adet bağıntı ile toplamda beş tanesi bilinen bu ilişkilere ek olarak dφ=M.dq şeklinde yük ve akı arasında bir bağıntı da kurulabileceğini fark etmek hiç de zor değil. Akım-gerilim, gerilim-yük ve akım-akı arasındaki bağıntıların sırası ile rezistans (R), kapasitans (C) ve endüktans (L) büyüklükleri ile kurulduğunu ve beher fiziksel büyüklüğün de bir temel devre elemanını tanımladığını devre teorisinden biliyoruz. Bu durumda, Leon Chua'nın bu basit düşüncesinden memristans (M) şeklinde bir fiziksel büyüklüğün ve temel devre elemanının tanımını çıkarabiliriz. Evet, yepyeni bir temel devre elemanı !

Herkesin gözü önünde olan bu kadar basit bir teorik meseleden  ilk kez nispeten geç bir tarih olan 1971'de bahsedilmesi, aslında işlerin o kadar karmaşık olmadığının fakat ya bizlerin çok karmaşık düşündüğünün ya da basitliği önemsemeyip hiç düşünmediğimizin bir örneği olarak kabul edilebilir. Fakat örneğimiz burada bitmiyor, memristorun daha kırk yıllık bir hikayesi var. 1971'deki bu basit ama kullanışlı tezinin üzerine giden Chua, daha önce bahsettiğimiz gibi tranzistor gibi aktif devre elemanları kullanarak gerçeklediği -ve bu haliyle hiç de temel bir devre elemanı olmayan- deneysel memristorun teoriyle tamamen paralel davranışlar sergilediğini ispatlamış. Artık tek sorun, bu elemanın pasif bir devre elemanı olarak gerçekleştirilmesi olarak kalmış. Fakat bunun için yine bir "algı-kavrayış genişlemesi"ne ihtiyaç duyulacaktır. Çünkü R, L, C fiziksel büyüklükleri "iyi bilinen ve tanımlanan" büyüklüklerken memristansın ne olduğunu Chua dışında kavrayan pek bir insan olduğu söylenemezdi. Bunu açmak gerekirse, örneğin bir malzemenin direncini uzunluğu, kesit alanı elektronların malzeme içindeki ortalama yolu gibi büyüklükler arasındaki bir bağıntıdan çıkarabilirsiniz; ki bu da direncin zihinsel kavrayışını birlikte getirir, ya da tam tersi olarak direnci malzemenin elektron akışına karşı gösterdiği azaltıcı etki olarak zihnimizde tanımlarsak tüm bu bağıntılar çıkar. Aynı şeyler, detaya girmeye gerek yok, kapasite ve endüktans için de geçerli. Peki ya memristans?

Memristans için iş teoriden çıktığına göre fenomeni anlamak için teoriden gitmekte fayda var. dφ=M.dq bağıntısı elimizdeki iki temel yasaya ulaşacak şekilde düzenlersek v=R(x).i şeklinde Ohm Yasası'na çıkarız. Burada ilginç olan şey, memristorun da akım-gerilim arasında bir bağıntı kurarak direnç gibi davranıyor olması. Ama "bilindik" dirençten ayrı olarak konuma (x) bağlı bir direnç gösteriyor olması. Gerçekten ilginç ! Fizikçiler burada bir dizi analiz yaptıktan sonra akı (ϕ)'nın yük(q)'ün kuadratik bir fonksiyonu olduğunu çıkarıyorlar (ki burada yük de konumla orantılı) ve sonuçta akım-gerilim karakteristiğindeki nonlineerliğin sebebi ortaya çıkıyor [3]. Peki, bu ne demek oluyor? Kabaca anlatmak gerekirse, memristor üzerinden bir yönde akım geçirirsek uyguladığı direnç artıyor, aksi yönde akım geçirirsek ise azalıyor. Eğer akımı kesersek, direnç değeri bir dahaki akım uygulanmasına kadar sabit kalıyor -hafıza- ve az önce bahsettiğimiz nonlineer özelliğine gelirsek; eğer bir memristora AC gerilim uygularsak yanda görüldüğü gibi "8" şeklinde bir kapalı eğri davranışı görüyoruz ve buradan anlaşılacak şey de odur ki, AC gerilim ile memristorun daha önceki direnç değerini okuyabiliyoruz. [4]  Elbette ki elemanın çok uzun matematiksel analiz ve modellemesi sonucu ortaya çıkan bu soncu şu birkaç cümleyle anlatmak yetersiz, o yüzden detaylar için kaynakçaya bir göz atmanızı öneririm.

Memristorun acıklı hikayesinin bitmediğini söylemiştik. Yukarıda bu temel devre elemanının özelliklerinden biraz bahsettikten sonra anlıyoruz ki memristor kesinlikle başka pasif devre elemanları ile gerçeklenemez, yani memristans kendisi maddenin bir özelliği olarak pasif bir devre elemanını tanımlar. Chua'nın dediği gibi, bu yüzden memristor bir icat değil bilimsel bir keşiftir. Peki bunu yalnızca Chua mı fark etmiştir? İşin ilginç yanı da o ki, HP ekibi Chua'nın makalesini fark ettikten sonra bu karakteristikteki "tanımlanamayan fenomen"lere dair kaynakları taramışlar ve sonuca göre 1960'ların başından beri belki de yüzlerce "beklenmeyen histeresis" vâk'asının rapor edildiğini görmüşler. HP ekibinin çalışmasıyla yıllardır bazı şartlarda oluşan ve bir "hata" olarak görülen bu davranışın memristanstan kaynaklandığı günışığına çıkmış oldu. İşte herkesin gözünün önünde olan, kafasını kurcalayan ve yoran ama kimsenin fark edemediği başka bir yön daha !

Toparlamak gerekirse, yazının başında belirttiğim gibi, Titanyumdioksitin iki ayrı katkılanmış bölgede kullanılarak (yukarıdaki elektron mikroskobundan çekilen fotograftaki dikey ve yatay hatlar) HP tarafından 2008 yılında gerçeklenen elemanın memristor olduğu kesinleşmesiyle birlikte artık "devre teorisi" kitaplarının değişmesi gerektiğini memnuniyetle belirtiyoruz ve dünyaya yeni gelen -ki aslında her zaman var olup yeni fark edilen- bu temel devre elemanını selamlıyoruz. Bu vesileyle de, bilimcinin olaylara ve olgulara bakışının "diğerleri"nin bakışının bir taklidi olmaktan öteye geçip, tüm referans noktaları değişebilen ve sabitlere yer olmayan bir anlayışta olduğunda 30'lı yaşlarında genç bir teorisyenin dahi insanlığı onyıllarca meşgul edecek ilerilikte -ve sadelikte- düşünceler/kavrayışlar üretebileceğini görmekten ve göstermekten memnun oluyoruz.

Dahası Chua'nın diğer "devre elemanları"nın başına -bunlar aktif elemanlar ama-. Ha, tabi bir de, diğer genç teorisyenlerin !


Paylaş

aşağıda bi dolu yer var !


"Why cannot we write the entire 24 volumes of the Encyclopedia Brittanica on the head of a pin?" demişti Feynman ünlü konuşması "There is Plenty of Room at the Bottom"da. [*]  Bu cümlede elbette ki yarıiletken elemanların küçük boyutlara indirilmesinden çok, Brittanica'nın tüm nüshalarının nano ölçekte materyal yüzeylerine yazılabileceğinden  -yani matbaada kitap basar gibi- bahsediyor. Üstelik şöyle bir kaba hesabını yaptığı şekliyle tek bir harfin 1000 metal atomundan oluşacağı şekliyle bu mümkün gözüküyor, ve dediği gibi eğer yazabiliyorsak okumak da mümkün. Konuşmanın ilerleyen kısımlarında, özellikle "Miniaturizing the Computer" bölümünde ise bugünün elektronik ve "kompüter" teknolojisinin temeli olan IC (integrated circuit, tümleşik devre) örneklerinin daha yeni yeni görüldüğü fakat daha "mikroelektronik" diyebileceğimiz kadar küçük boyutlarda bile olunmadığı bir tarihte yani 1959 yılında günümüz dünyasının portresini ne kadar açık şekilde çizdiğini görebiliyoruz.

Feynman'ın bu kadar küçük boyutlarda veri yazma ve okuma için yaptığı öneriler ise bugünün mikroelektronik teknolojisi günlük hayatının bir parçası olmuş sıradan insanlar için bile yabancı gelmeyen, kullandığımız pek çok tekniğe o kadar benziyor ki, sanki zamanda ileri gelip bu günleri görmüş gibi. Bir örnek vermek gerekirse, elektron mikroskobundaki merceği ters çevirip bir kaynaktan çıkacak iyonları küçük bir alana odaklayarak veri yazılmasını öneriyor üstünkörü bir şekilde. Bugün yarıiletken üretim teknikleri olarak yayıgınca kullanılan iyon katkılama ve fotolitografi işlemleri aşağı yukarı bu mantıkla uygulanmaktadır. Feynman'ın 1000 atomdan söz ettiği bu konuşmadan -ki bununla yetinmiyor elbette, bu bile azdır diyor- 50 yıl kadar sonra, bugün biz bir atom genişliğinde ve on atom uzunluğunda tranzistorlar yapabiliyoruz. Yani şöyle bir düşününce, hareketsiz bir yazı değil, fonksiyonel bir elemanı inanılmaz boyutlara düşürmüş durumdayız. Üstelik, bu bile ihtiyacımızı karşılayamıyor, doğanın cömertliğine sığınıp "daha da aşağıya" bakıyoruz.


How do i know then?

Burada amacım "Feynman da büyük adamdı, gitti dağ gibi yiğit" diye bir kişiye takılıp kalmak veya "elektronik teknolojisi de yaman gelişti" demek değil. Bunun yerine, bugün bizlere çok zor gelen bazı düşünceleri üretebilen Feynman gibi insanlara, ki bunların bir kısmına değineceğim ileride, hayranlık beslemekten öte onların ortalama bir insandan farklı bir kapasiteye sahip olmamalarına rağmen bu düşünceleri üretebilmelerindeki kerametin doğaya ve bilime bakışlarında yattığını anlamak yerinde olacaktır. "In the year 2000, when they look back at this age, they will wonder why it was not until the year 1960 that anybody began seriously to move in this direction." diyor Feynman konuşmasında, fakat biz 2000'li yılların insanları olarak 1960'larda bu "düş"ten bahsedenin diğerlerinin değil de Feynman olmasının bir tesadüften öte olduğunu biliyoruz. Konuşma metninin tamamı okunduğunda net olarak farkedeceğimiz şekilde, ve yazıda iki kere söylediğim gibi, sanki bu günün dünyasını görüyor Feynman. Ama bu şekilde bakmak, romantik bir hayranlığın yanılsamasından öte olmayacaktır. Feynman'ın gördüğü "tek dünya" vardır. O, hepimizin gördüklerini görmüştür, hatta belki biraz daha azını, ama asla daha fazlasını değil. Fakat, algı ve düşünce konusunda bu kadar ileri olmalarının sebebi nedir? Schrödinger'den alıntılamak gerekirse, "The task is not so much to see what no one else has yet seen, but to think what nobody has yet thought about that which everybody sees."  


Bunun sebebi açık şekilde iradi algının olayları olduğu gibi görmeye şartlanması ve olayları birtakım kurallara bağlı olmak zorunda gibi değil, tüm kural ve sistemlerden arındırarak kavrayıp onlardan kural ve sistemleri çıkarma sürecidir. Yegâne doğa bilimi olan fizik, matematik dediğimiz modelleme sistemi gibi herhangi bazı aksiyomların üzerine inşa edilmiş değildir. Olaylar, "bizim" matematiğimizden ve fizik birikimimizden bağımsız şekilde vardırlar ve var olacaktırlar. Eğer biz de bu gerçeği, yani algının esasen evren içerisinde onu algılayan bir devingen parça olduğunu ve bu haliyle olayları kavrayıştaki kusurun ve tüm "şey"lerin ayrık gözükmesinin sebebinin de algı olduğunu baştan kabul eder, buna göre evrenin ve algının doğasına paralel olarak kendimizi bazı sabitlere -burada sabit, referans noktası manasında değildir, her algının bir referans noktası vardır ve her algı için bu değişebilir- bağlamazsak şu veya bu "büyük adam"ın kavrayabildiği ve düşünebildiği şeyleri bizim de kavrayıp düşünebilmemiz işten bile değildir.

   Burada karmaşık ve anlaşılmaz olması pahasına, yukarıda bahsettiğim "algının doğası"na birazcık değinmek istiyorum. Bizler çoğu zaman evreni kusurlu, kaotik bir yapı olarak algılamaya şartlanmış durumdayız. Bu elbette ki doğal, çünkü entropi dediğimiz fenomene göre bile bakarsak, evrenin "devinim"siz ve "değişim"siz var olması mümkü değil. Bunlar evrenin temel özelliklerindendir. Fakat ya işin algı tarafı? O, sandığımız kadar kusursuz mu? İşte buraya geçince iş değişiyor. Evrenin devingenliğinden dem vururken algımızı mutlak ve hatasız referans kabul etmemiz yaptığımız en büyük hata ve körlüktür.  Algı, kendisi bazı fiziksel fenomenlerin birleşimi olarak dahi evrenin bir parçası olup, tıpkı onun gibi her an hareket ve değişim halindedir. Nasıl ki elektronların herhangi bir anda herhangi bir yerde olmaları bazı olasılıklar içeriyorsa, algımız da bazı olasılıkların -yani bizden öncekilerin ve bizim anımızın- birikimiyle şekillenen ve kesinlikle referans olamayacak kadar değişken bir yapıdır. Şu halde, neden o veya bu olasılık fonksiyonundan üzerimize yapışmış "şey"leri değişmez gibi kabul edip evreni olmadığı şekliyle algılamaya zorluyoruz?

[*] http://www.zyvex.com/nanotech/feynman.html
Paylaş

kaval maval turna zurna


Antropoloji, pek çoğumuz için "ne idüğü belirsiz" bir bilim dalı. Hoş, benim için de çok bir farkı yok. Yalnızca biraz merakım var kendisine, biraz platonik ve gelgitli bir şekilde ilerliyor ilişkimiz. Antropoloji, bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere, ademoğlu bilimidir efendim. Kelimenin tam manasıyla, ademoğlunu onun başlangıcından itibaren tutup inceler.

Efendim lafı uzatmayalım. Antropoloji ademi incelediğindendir, ademe özgü türlü acayiplikler barındırır. Bunlardan bir seçmece yapmak hoş dururdu elbette, ama bu manzara için hepisini bir yerden seçeceğimiz bir katalog ne yazık ki bulunmamakta. Benim gibi "dağınık" bir hafızaya sahip olanlar da bilirler ki, bir konuya dair herşeyi istemediğiniz zaman hatırlayabilseniz de istediğinizde asla hatırlayamazsınız. O yüzden, şu anda farklı konularda yazmayı istesem de, bugün size insanın müzik geçmişinden bir kısa bilgi verebileceğim yalnızca.

Antropolojinin elindeki bulgulara göre dediği odur ki, insanın müzikle gayet eski bir hukuku var. Tahmin edilene göre ilk enstrüman olan flüt -yahut kaval-, neanderthal adem dönemlerinde hayvan kemiğinden yapılırmış. Bunlardan bilinenen eskisi, yandaki resimde görülen, Slovenya'daki bir kazı alanında bulunmuş ve Frenklerin "divje babe flute" dedikleri 43 ila 82 bin yaşında olduğu tahmin edilen bir yavru mağara ayısının uyluk kemiğine açılan deliklerle yapılmış halde üç delikli bir parça.

Üç delikli kırık bir parça. Fakat bu, günümüz insanının birikiminin altından kalkamayacağı bir iş değil ! Nitekim, bilimciler araştırmışlar ve bulmuşlar ki, bu kavalcağız modern diyatonik ölçek ile paralellik gösteriyor ! Deliklerin birbirlerine olan uzaklıklarının eşit olmayışı, zaten bir ölçeklendirmenin yapıldığını açıkça gösteriyor ve bu ölçek ise, 42 cm olduğu tahmin edilen bu enstrümanın şu şekilde bir yapıya sahip olabileceğini düşündürmüş bilim adamlarına [1] :


 Benzer tarihlerde (İsa nebiden 35 ila 40 bin yıl öncesi civarı) yapıldığı tahmin edilen başka kemik kavallar da Almanya'nın güneybatısında bulunmuş. [2] Akbabanın kanat kemiğinden yapılmış bu kavalların bulunduğu kazı alanından mamut dişinden yapılma enstrümanların bulunduğu da belirtiliyor. Fildişinden bir zurna yapılmadığı kalmıştı Pardon fil değil, mamut !


Tarihi birkaç on bin yıl ileri saracak olursak, Çin'de "hâlâ çalınabilir durumda" olarak bulunan ve 9 bin yaşında olduğu tahmin edilen turnanın kanat kemiğinden yapılmış kavalları buluyoruz (solda). Bu enstrümanların şu anda hala çalınabilir durumda olması gerçekten şaşırtıcı. Üstelik, ses incelemelerinden anlaşılıyor ki, araştırmacılar bunları çalmışlar da ! [3] Neolitik dönemden bir oyun havası mı çaldılar yoksa modern zamanlardan bir konçerto mu bilemiyoruz tabi.

Velhasıl, bu müzik işleri çok eskilere dayanıyor efendim. Ademoğlunun mazisi, bugünü üzerinde inanılmayacak tesirlere sahip. Baksanıza, homo sapiens şöyle dursun neanderthal adem dahi kaval çalmış koyun otlatmış. O neanderthal atalarımızın kemiğe deldiği delikler, bugünkü kültürümüzü dahi etkilemiş, nota sistemlerimizi belirlemiş. Sahi, bugün kullandığımız notaların nereden geldiğine dair bir yazı da yazsam fena olmayacak.





Paylaş