people

Ahmet Hamdi ve Bergson'un Zamanı

Şu sıralar yeni keşfettiğim ve bundan büyük pişmanlık duyduğum Ahmet Hamdi Tanpınar'ın zaman konusunda söyledikleri üzerine bir derleme mi yapsam diye düşünüyordum. Sonra, fark ettim ki, üstat kendisi bizim için güzel bir derleme yapmış. Bu şiir üzerine belki ileride bir Henri Bergson ve zaman yazısı da çıkar ama, ben de ne içinde ne dışındayım bu zaman işinin artık, belirsizlik hüküm sürüyor o cephede.

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.



Paylaş

Türkiye'nin 12 Eylül'leri

Şu günlerde halk oylamasına sunulan anayasa değişiklik paketi vesilesiyle tv ekranlarından internet sosyal ağlarına kadar her yerde 12 Eylül 1980 ağırlıklı olmak üzere "baskıcı rejim"lerimize dair tartışmalar almış başını yürüyor. Anayasa değişikliğinin içeriğinden bağımsız olarak bu, pek olumlu bir gelişmedir. Ben ise Türkiye'de milli burjuvazinin iktidara gelmesinden bile önceki baskıcılığına dönmek istiyorum: 12 Eylül 1922'ye. Bu tarih Yunan işgalinin kırılmasından 3 gün sonraya denk gelen ve çok ciddi bir savaş yürütülen, bu yüzden de politik olayların pek beklenmediği bir tarihtir. Oysa ki 12 Eylül 1922 Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası'nın (THİF - Türkiye Halk Komünist Partisi) kapatıldığı güne tekabül etmektedir. Daha doğrusu, ikinci defa kapatılması ! Çünkü 7 Aralık 1920 tarihinde kurulan THİF, Çekes Ethem olayından sonra Yeşil Ordu ile birlikte Ocak 1921'de bir defa kapatılmış, o dönem başında bulunan muvakkat reis (geçici başkan) Nâzım Bey ve bazı yöneticileri tutuklanmıştır. Kısa sürede yeniden kurulmuş ve 12 Eylül 1922'de yeniden kapatılmıştır. Kısacası, Türk burjuvazisi cephede işgalci ile mücadele ederken, aynı anda içerideki "sakıncalı"lar ile uğraşmaktan geri kalmamıştır. TKP'li  (1920) onbeşlerin yine işgal yıllarında Türk burjuvazisi tarafından katledilmesi bu durumun bir diğer yansımasıdır.

THİF'in o yıllarda BMM'de ciddi faaliyet gösterdiği ve Komintern ile Birinci Doğu Halkları Kurultayı sonrası kurulmuş TKP (1920) ile organik bir bağa sahip olduğunu biliyoruz. Hatta az önce bahsettiğim Nâzım Bey, İç İşleri Bakanlığı da yapmış ve Mustafa Kemal Paşa'nın ölümle tehdit ile karışık baskısıyla görevden alınmıştır. Bu olayı kendisi Nutuk'ta şöyle anlatmaktadır:
İşte arz etmek istediğim husus, vekillerin intihabına ait kanunun tadilini müstelzim sebeblerden biridir.
Efendiler, 4 Eylül 1920 tarihinde Tokat Meb’usu bulunan Nâzım Bey, 89 reye karşı 98 rey ile Meclisçe Dahiliye Vekâletine intihap olundu. Nâzım Bey, dakika fevt etmeksizin büyük istical ile Vekâlet makamına gidip ifa-yı vazifeye başladı. Badehu, heyet-i İcraye reisi bulunmama hasebiyle beni ziyarete geldi.
Ben Nâzım Beyi kabul etmedim. Meclis-i Âlinin, mazhar-ı itimat ve intihabı olan bir vekili kabul etmemekle, ihtiyar ettiğim muamelenin mahiyet ve nezaketini elbette takdir ediyorum. Fakat, memleketin büyük menfaati, beni bu yolda harekete mecbur tutuyordu...
Efendiler, Meclis azaları meyanında, aykırı birtakım prensiplere temayül gösterenler zuhura başlamıştı. Bunlardan biri olmak üzere, Nâzım Bey, ve rüfekası en çok nazar-ı dikkatimi celbeylemişti, Nâzım Bey’in, daha Sivas Kongresi esnalarında, kendisinden aldığım safsatalarla mali bazı mektularıyla ne zihniyet ve mahiyette olabileceğini anlamıştım...
Nâzını Bey, bizzat ve bilvasıta ecnebi mehalifinden bazılarıyla temas yolunu bulmuş ve teşvik ve muavenete de mazhariyetini temin etmişti.
Bu zatın, Halk İştirakiyim Fırkası diye, gayrıciddi, sırf cerr-i menfaat maksadıyla bir fırka teşebbüsü ve onun başında gayrı milli faaliyet sevdasında bulunduğu, mutlaka mesmuunuz olmuştur.
Bu zatın, ecnebîmehalifin, casusluk ettiğine de asla şüphe etmiyordum. Nitekim, bilâhare İstiklâl Mahkemesi bir çok hakayiki meydana koymuştu.
İşte Efendiler, bu Nâzım Bey, bizzat arkadaşları vasıtasıyla yaptığı mütemadi propaganda sayesinde bize muhalefete hazırlananların, menafi-i âliye-i milleti unutarak yardımlarıyla Dahiliye Vekâletine geçirilmişti. Bu suretle Nâzım Bey, hükümetin, bütün dahili idaresi makinesinin başında, memleket ve millete değil, fakat, paralı uşağı olduğu kimselerin arzusuna en büyük hizmeti ifa edebilecek vaziyete gelebilmişti.
Bittabi, Efendiler; buna da askı razı olamazdım. Onun için Dahiliye Vekili Nâzını Bey’i kabul etmedim ve istifaya mecbur ettim. Lüzum görüldüğü zaman dahi, Meclis’te, celse-i hafiyede malûmat ve mütaleatımı açıkça söyledim.
Muhterem Efendiler, pek güzel bilirsiniz ki, sultanlarla, halifelerle idare olunmuş ve olunan memleketlerde vatan için, millet için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin düşmanlar tarafından satın alınmış olmalarıdır... Meclislerle idare olunan memleketlerde de, en muhlik cihet, bazı meb’usların ecnebi nam il hesabına çalınmış ve satın alınmış olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar, dahi! olmak yolunu bulabilen vatansızlara tesadüf etmek müsteb’at olmayacağına tarihin, bu babtaki misalleriyle hükmetmek zarurîdir. Bunun için millet, vekillerini intihap ederken, çok dikkat ve kıskanç olmalıdır....”  (Nutuk 2. Cilt, s. 672-674)

Ayrıca THİF yöneticileri ve üyeleri, hükümeti yasadışı yollardan devirme amacı güttükleri suçlaması ile İstiklal Mahkemesi'nce yargılanmış ve Ağustos 1923'te suçlu bulunarak 15 yıl kürek cezası almışlardır. Sonraki yıllarda da TKP yöneticilerini "ameleden adamları iktidara geçirme" (1927), Bursa'da bir ağaca orak çekiç şekli kazınması (1929) gibi sebeplerle yargılayan Türk burjuvazisinin komünist mahkemelerini propaganda tehlikesinden dolayı basına kapattığını ve tüm itirazları, temyiz taleplerini reddettiğini de eklemeli.

Daha sonra belki başka bir yazıda TKP (1920) veya THİF tarihine daha detaylı değinmek isterim, ama şimdilik sözü THİF'e bırakıyorum. İşte THİF'in 12 Eylül 1922 tarihinde kapatılması üzerine yayınladığı bildiri:

Türkiye Komünist Partisi'nin 12 Eylül 1922'de yasaklanması üzerine Merkez Komitesi'nin protestosu  
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti'ne
Burjuva efendiler,
Bugünlerde Avrupa emperyalizmine karşı bir zafer kazandıran Türkiye'nin işçileri ve fakir köylüleridir.
Sizi bugüne kadar ekmeksizlikten, parasızlıktan, silâhsızlıktan sıkıntı çektirmeden memleketin efendisi yapan, bir milli hükümetin dağılmadan yaşamasını sağlıyan Türkiye işçi ve köylüleridir.
Siz bu hükümet sandalyesine işçi ve köylüleri merdiven yaparak çıktınız.
Avrupa emperyalizmine karşı Anadolu'da üç yıl süren silâhlı savaşta, bu Kuva-i Milliye savaşında, işçi ve köylü sınıfından fazla bir fedakârlık yapan başka bir sınıf yoktur.
Kendi haklan ve hürriyetlerine kavuşacağı vaat edilmiş olan işçi ve köylüler bu kanlı savaşta hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Elindeki malını, evlâdını, kanını ve canını bu yolda saçtı ve döktü!
Türkiye işçi ve fakir köylülerinin savunucusu olarak kurulan Komünist Partisi, onun kızıl sancağı altında toplanan bütün işçiler ve köylüler, yığın çoğunluğunun izlediği ulusal savunma politikasından ayrılmadı. Hükümete, onun dış politikasında bağımsızlık ve emperyalizme karşı savaş politikasında daima yardımcı kaldı.
Uluslararası emekçi güçlerinin yardımını sağlamaya çalıştı. Türkiye işçi sınıfı sınıfsal çıkarlarını bütün zıtlıklarına, karşıtlıklarına, kendi durumunun günden güne kötüleşmesine, vurguncularınızın soygunlarına, jandarmalarınızın baskı ve ezgisine rağmen, iç politikada cesur ve metin olmaya çalışmış, ulusal savaşın süresince kendi sınıf ve haklı isteklerini gözden çıkarmamıştır.
Siz, boş ve yalancı vaatlerden, laftan başka bir şey yapmadınız. Bir zamanlar hepiniz bir danışıklı «Komünist Partisi» bile kurdunuz, kalpaklarınıza kırmızı tepelik geçirdiniz.
Mecliste ve gazetelerinizde: Anadolu'da basın hürriyeti, toplantı hürriyeti, görüş, kanat, fikir hürriyeti olduğunu, sansür ve zülüm gibi kötülüklerin yok edildiğini yaygaralarla yaydınız. Bunları siz, utanmadan Meclisinizin tutanaklarına bile geçirdiniz.
İşçi ve köylülerin omuzları üzerinde kurduğunuz tahta oturduktan sonra bütün vaatlerinizi unuttunuz. Yalancı olduğunuz meydana çıktı. 12 Eylül 1922'de, «Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası»nın (Halk Komünist Partisi'nin) yasaklandığını ilân ettiniz. Böylece Türkiye işçi ve köylülerinin örgütünü, sesini boğmaya kalkıştınız.
Hayır efendiler, hayır!
Komünist Partisi bir varlıktır. Bu parti yasalara göre kurulmuştur. Onu yasaklamaya hakkınız yoktur. Türkiye Komünist Partisi sınıfsal bir varlıktır. O, Türkiye işçi ve köylülerinin partisidir. Bu sınıflar var oldukça, o da yaşayacaktır. Bu sınıflar yok edilemez. Partilerini de yok edemezsiniz. Komünist Partisi uluslararası bir varlıktır. Uluslararası proletarya ordusunun Türkiye'deki bir koludur. Uluslararası bu ordu var oldukça, siz o partiyi yok edemezsiniz. Bunun için Meclisten bir kanun çıkarsanız bile hiç bir şey yapamazsınız. Bizim işçi ve köylülerimizin partisi, bizim sınıflarımız gibi daima ayakta duracaktır.
Partimizi yasaklamak, gazetelerimizi kapatmak ve arkadaşlarımızı zindanlara doldurmak, Avrupa emperyalistleriyle pazarlıklara girişmek yolundaki tutumunuzla bağlıdır. Komünistler, politikanızın içyüzünü halka, açarak maskelerinizi yere düşürmektedir. Memlekette gerçek reformlar, sosyal devrimler isteyenleri susturmak istiyorsunuz.
Evet, biz işçi ve köylüler biliyoruz sizin saldırılarınızdan, iftiralarınızdan kasıt budur.
Fakat, emin olunuz biz Türkiye komünistleri susmayacağız. Bu haksız ve barbarca saldırılarınızı kesinlikle protesto ederiz.
Kahrolsun yalancı ve gaddar burjuva politikası!
Yaşasın işçi ve köylülerin kurtarıcı ideolojisi!
Yaşasın Türkiye Komünist Partisi!

Genel Sekreter Salih Hacıoğlu
Kızıl Sendikalar Genel Sekreteri Mahmud
Gençler Birliği Bürosu
TKP MK Kadınlar Kolu Şefi Cemile
Komintern'in Üçüncü Kongresi'ndeki Türkiye delegasyonu Sekreteri Orhan (Sadrettin Celâl Antel)
Paylaş

kino glaz - kino pravda

     Az önce Sovyet sinemasının ilk dönem eserlerinden biri olan "Kameralı Adam"ı izledim. Dziga Vertov'un yönettiği, "kino glaz" yani "sinema göz" akımının içinde yer alan deneysel bir film. Bununla birlikte 1920'lerde çekilmiş pek çok filmi barındıran "kino pravda" yani "sinema gerçek" serisine, bu akımın ve onun Dziga Vertov tarafından yazılan kino glaz manifestosunun önerdiği şekilde sinema setleri, tiyatro sahneleri, oyuncular, dublörler, makyajlar, ışıkçılar vs. olmadan, hayattan bazı kesitler (kimi zaman gizli kameralarla) çekip onu kurgusal bir montajdan geçirmek şeklinde bir anlayış egemendir. Bu anlayışı bir çeşit "konstrüktivizm" olarak tanımlayabiliriz. 
  
     Dziga Vertov'un manifestosundan maddeler alırsak:
  • Drama halkın afyonudur.
  • Kahrolsun beyaz perdenin ölümsüz kralları ve kraliçeleri. Yaşasın sıradan, günlük işlerin başındaki ölümlü insanlar !
  • Kahrolsun burjuva senaryoları !
  • Drama kapitalistlerin elinde ölümcül bir silahtır. Biz bu silahla devrimci günlük yaşamımızı sergileyerek silahı düşmanımızın elinden alacağız!
  • Modern drama da eski dünyanın bir artığı, devrimci gerçeğimizi eski şekillere sokma çabasıdır.
  • Kahrolsun günlük yaşamımızın tiyatroda sahnelenmesi. Bizi olduğumuz yerde yakalayıp çekin!
  • Senaryo üzerinde uydurulmuş bir masaldır. Biz kendi yaşamımızı yaşarken üzerimize biçilen görüntülere boyun eğmeyeceğiz!
  • Herkes kendi işini yapsın, başkasının işini engellemesin! Sinemacının işi bizi, işimizi engellemeyecek bir şekilde çekmektir.
  • Yaşasın proletaryanın devrimci sine-gözü!
Kinoglaz Eğitim Programı 1926 S.S.C.B

      Filmden aklımda kalan birkaç not olarak; kurgular muhteşem, biradan çıkan kameraman, kameranın üzerindeki kameraman, kameranın kendi başına yürümesi yol alması gibi stop-motion çekimler, enfes ! Sovyet sinemasında alıştığımız genel bir propaganda havası yok. Evsizleri, ağır işlerde çalışan işçileri, varlıklı hanımların bavulunu taşıyan işçi kadını, birahanedeki işçileri, kadın sporcuları vesaire göstermesi Vertov'un topluma bakış açısını yansıtıyor. Her ne kadar olduğu gibi yansıtma düşüncesi olsa da, kendi kafasında kadınlara, çocuklara ve işçilere beslediği sempati filmi bir "insan belgeseli"nden ayırıyor. Evlenme-boşanma, doğum-ölüm gibi hayatın ışıltılı ve karanlık yüzlerine değinen Vertov'un kimi zaman kendisinin kimi zaman diğer kameraman olan Mikhail Kaufmann'ın da insanları çekerken görmesi, hatta daha önce çekilen sahnelerin nasıl çekildiğinin gösterilmesi çok güzel detaylar.

     Tarihsel olarak gözlemlenen ise, Lenin'in kültleştirilmesi -daha Stalin kendisini tanrılaştırmaya cesaret edememiş 1929'da- ve sosyalizmin inşasının ancak yaygın demiryolları, modern fabrikalar, uçaklar vesaire gibi alanlarda görülüyor olması. Yani, evsizlik, kadın sorunu vs. hala bulunmakta ama Vertov'un bunları göstermekten çekinmiyor, bunun yanında kadın sorunundaki gelişmeleri de yansıtıyor. Ayrıca en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi, 1929 yılında çekilmiş bu filmde "gamalı haç"a kurşun sıkan bir kızın bulunduğu sahneydi. Kurşun tam haçın üzerine geldikten sonra bir yazı açılıyor ve üzerinde "faşizmin babası" yazıyor. Bu da Hitler ile Stalin ortaktı geyikçileri için düşülmesi gereken tarihi bir not olarak kenarda dursun.
     Daha çok anlatmaktansa, aşağıda filmin 1996 yılında Michael Nyman tarafından yapılmış enfes müzikleri barındıran bir versiyonunu koyuyorum. Meraklıları için film hakkında yazılmış "Sinemada Konstrüktivizm" isimli kitabı da internet aramamda bulduğumu eklemeliyim -okumadım malesef-.



Paylaş

[kitap] marksizm ve dil felsefesi

     "Herhangi bir ideolojik[*] ürün, herhangi bir fiziksel bedende, üretim aracında ya da tüketim ürününde olduğu gibi yalnızca gerçekliğin (doğal ya da toplumsal gerçekliğin) bir parçası olmakla kalmaz; fazladan olarak bu fenomenlerin tam tersine, kendi dışındaki bir gerçekliği yansıtır ve saptırır (refract). İdeolojik her şey gönderene sahiptir: Kendi dışındaki bir şeyleri temsil, tarif ya da ikame eder. Başka bir anlatımla bir göstergedir [**]. Gösterge olmaksızın ideoloji de yoktur. Fiziksel bir beden, deyim yerindeyse kendisine denktir; başka hiçbir şeyi göstermez; kendi tikel, verilmiş doğasıyla tamamen çakışır. Bu durumda bir ideoloji söz konusu değildir.
     Gelgelelim, herhangi bir fiziksel beden bir simge olarak algılanabilir; örneğin, söz konusu bu tikel şeyde cisimleşen doğal eylemsizlik ve zorunluluk simgesi. Tikel bir fiziksel nesnenin doğurduğu bunun gibi herhangi bir sanatsal-simgesel imge daha şimdiden ideolojik bir üründür. Fiziksel nesne bir göstergeye dönüştürülür. Böyle bir nesne, maddi gerçekliğin bir parçası olmaktan çıkmaksızın başka bir gerçekliği de bir ölçüde yansıtır ve saptırır."

     "Göstergeler de tikel, maddi şeylerdir; ve daha önce belirttiğimiz gibi, herhangi bir doğa, teknoloji ya da tüketim parçası, süreç içerisinde, verilmiş tikelliğinin ötesinde uzanan bir anlam kazanarak bir gösterge haline gelebilir. Bir gösterge, yalnızca gerçekliğin bir parçası olarak var olmaz; başka bir gerçekliği yansıtır ve saptırır. (...) Her gösterge ideolojik değerlendirme ölçütüne tabidir (doğru, yanlış, adil, iyi vb. olup olmadığı konusundaki değerlendirmelere tabidir. İdeoloji bölgesi göstergeler bölgesiyle çakışır. Birbirleriyle denklenirler. Nerede bir gösterge varsa orada ideoloji de vardır. İdeolojik her şey göstergesel değere (semiotic value) sahiptir."

    "Her ideolojik gösterge yalnızca gerçekliğin bir yansıması, bir gölgesi olmakla kalmaz, aynı zamanda kendisi de tam da bu gerçekliğin maddi bir parçasıdır. İdeolojik bir gösterge olarak işlev gören her fenomen, ister ses, fiziksel kütle, renk ya da isterse bedenin hareketleri vb. olarak bir tür maddi cisimleşmeye sahiptir. Bu anlamda göstergenin gerçekliği tamamen nesneldir ve üniter, tekçi (monistic), nesnel bir inceleme yöntemine elverişlidir. Bir gösterge dış dünyanın bir fenomenidir. Hem göstergenin kendisi hem de ürettiği tüm etkiler (etrafını kuşatan toplumsal ortamda ortaya çıkardığı tüm eylemler, reaksiyonlar ve yeni göstergeler) dış dünya deneyimi içinde ortaya çıkar. Bu son derece önemli bir nokta. (...)

     "İdealizm de psikolojizm de bizzat anlamanın ancak bir tür göstergesel malzeme içerisinde (örneğin iç konuşma) oluşabileceği, göstergenin göstergeyle bağlantılı olduğu, bizzat bilincin ancak göstergenin maddi cisimleşmesinde doğabileceği ve yaşayan bir olgu haline gelebileceği gerçeğini gözden kaçırır. Bir göstergenin anlaşılması, sonuçta, kavranan gösterge ile zaten bilinen başka bir takım göstergeler arasındaki bir gönderme edimidir (act of reference). Başka bir anlatımla, anlama, bir göstergeye yine bir göstergeyle verilen yanıttır. Ve göstergeden göstergeye, oradan da yeni bir göstergeye hareket eden bu ideolojik yaratıcılık ve anlama zinciri, eksiksiz bir şekilde tutarlı ve kesiksizdir: Göstergesel bir doğaya sahip (dolayısıyla, aynı zamanda maddi bir doğaya sahip) bir bağlantıdan tam dolarak aynı doğaya sahip başka bir bağlantıya aralıksız geçeriz. Bu zincirin hiçbir yerinde kopukluk olmadığı gibi, zincir hiçbir noktada ruhani varlığa (inner being), doğası bakımından maddi-olmayan ve göstergelerde cisimleşmemiş ruhani varlığa dönüşmez.
     Bu ideolojik zincir bireysel bilinçten bireysel bilince uzanır, onları birbirlerine bağlar. Sonuçta göstergeler ancak bireysel bilinçle öbürü arasındaki etkileşim süreci içinde ortaya çıkar. Bireysel bilincin kendisi göstergelerle doludur. Bilinç, ancak ideolojik (göstergesel) içerikle dolduktan sonra, bunun doğurgusu olarak da ancak toplumsal etkileşim süreci içinde, bilinç haline gelir."

   "(...) Gelgelelim, ideolojik olanın, bu insan-üstü ya da insan-altı, hayvansı kökler çerçevesinde açıklanabilmesi mümkün değildir.[***] İdeolojik olanın varoluştaki gerçek yeri, insanın yarattığı özel, toplumsal göstergelerden oluşan malzemede bulunur. İdeolojik olanın özgüllüğü, örgütlü bireyler arasında yerleşmiş olmasından, bireyler arasındaki iletişimin mecrası olmasından kaynaklanır.
     Göstergeler ancak bireylerarası alanda boy gösterebilir. Bu, sözcüğün dolaysız anlamıyla "doğal" denilemeyecek alandır [Toplum da doğanın bir parçasıdır elbet; ama bu, doğadan nitel olarak ayrı ve özgün bir parçadır ve kendi özgül yasalar sistemine sahiptir.]. Göstergeler, Homo sapiens türünün herhangi iki mensubu arasında doğmaz. Bu iki bireyin toplumsal olarak örgütlenmiş olması, bir toplumsal grup (bir toplumsal birim) oluşturmaları zaruridir; göstergeler mecrası ancak bu koşul yerine geldikten sonra bu iki birey arasında biçime bürünür. Bireysel bilinç hiçbir şeyi açıklayamaz; tam tersine, bizzat bireysel bilinç toplumsal, ideolojik mecranın sağladığı hareketle açıklanmaya muhtaçtır.[***]"

(Valentin Voloşinov, Marksizm ve Dil Felsefesi, 1929, s. 48-52)


     [*] İdeoloji burada kelimenin politik anlamıyla kullanılmamaktadır. Detaylı bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Ideology
     [**] Göstergebilim (semiotics) hakkında bilgi için: http://en.wikipedia.org/wiki/Semiotics
     [***] Yazar burada, idealist kültür felsefesi ve psikolojist kültür incelemelerinin bilinç hakkındaki anlayışlarını eleştirmektedir.

     Not: İtalikler yazarın vurgusudur. Bold vurgulamalar ise acâyiphâne tarafından yapılmıştır.


Paylaş

Genel Eğitim Üzerine, Karl Marx, 1869 [Çeviri]

Genel Eğitim Üzerine
Karl Marx, 1869
I
     Marx bu konuyla bağlantılı özgün bir sorunun olduğunu belirtti. Bir tarafta adam akıllı bir eğitim sistemi kurmak için toplumsal şartların değişmesi gereği dururken, diğer tarafta ise toplumsal şartları değiştirmek için adam akıllı bir eğitim sistemine ihtiyaç olduğu gereği durmakta; dolayısıyla, bulunduğumuz noktayı irdelemeliyiz.

     Kongrelerde ele alınan mesele, eğitimin ulusal veya özel olup olmaması gerektiğiydi.[1] Ulusal eğitim genelde hükümete bağlı olarak kabul edilmiştir, fakat gerçekte bu zorunlu değildir. Massachusetts'te her kasaba tüm çocukların ilk öğrenimi için okul temin etmek zorundadır. 5000'den fazla kişinin yaşadığı kasabalarda ise teknik eğitim için daha üst kademe okullar temin edilmek zorundadır, daha büyük kasabalarda ise daha da üst kademe.  Eyalet de bir miktar katkı yapmaktadır, ama çok az bir miktar. Massachusetts'te vergilerin 1/8'i eğitime gitmektedir, New York'ta ise 1/5'i. Okulları yöneten okul komiteleri yereldir, okul idarecilerini onlar atarlar ve okutulacak kitapları onlar seçerler. Amerikan eğitim sisteminin hatası ise çok fazla yerel olmasıdır, eğitim her ayrı eyaletin ayrı bölgesinde egemen olan kültürlere bağlı olarak şekillenmektedir. Merkezi bir idareye çok büyük bir ihtiyaç duyulmaktadır. Eğitim için alınan vergiler zorunludur, ama çocukların eğitime katılması değildir. Mülk sahipleri vergileri ödemek zorundadır ve vergileri ödeyenler paranın verimli şekilde harcanmasını istemektedir.

     Eğitim hükümete bağlı olmadan da ulusal olabilir. Hükümet, eğitimin içeriğine müdahale etme yetkisi olmayan ve görevi yalnızca yasalara uyulduğunu denetlemek olan müfettişler atayabilir, tıpkı fabrikaları denetleyen müfettişler gibi. 

     Kongre hiçbir kuşku olmaksızın kabul etmiştir ki, eğitim zorunlu olmalıdır. Bu, çocukların çalıştırılmasını önleyerek bir şeyi kesinleştirmektedir: bu durum ücretleri düşürmeyecektir ve insanlar buna eninde sonunda alışacaktır.

     Proudhoncular karşılıksız (ücretsiz) eğitimin mantıksız olduğunu savunmaktadır; çünkü devlet ücreti ödemek zorundadır; elbette ki birisi ödemek zorundadır, fakat maddi gücü en az yetenler değil. Ücretsiz bir üniversite eğitimi için değil.

     Prusya eğitim sistemi üzerinde çok fazla konuşuldu ve Marx, Prusya eğitim sisteminin yalnızca iyi askerler yetiştirmek üzere planlanmadığı tespitini yaparak konuyu bağladı.


II

     Marx bazı mutlak noktalar etrafında hemfikir olduğumuzu belirtti.

     Tartışma, zekanın vücut emeği, cimnastik ve teknolojik eğitimle kombine edilmesini talep eden Cenevre önergesinin yeniden kabul edilmesi teklifiyle başladı; buna karşı hiçbir şey söylenmedi.

     Teknolojik eğitim, bir işi yeni öğrenenlerin o iş kolu hakkında derin bir bilgi elde etmesini engelleyen iş bölümünün sebep olduğu kusurları telafi etmek amacıyla, proleterya yazarları tarafından savunuldu. 

     Bayan Law'ın Kilise bütçesi meselesine gelince [2]; Kongrenin Kilise aleyhinde karar alması akıllıca bir adım olacaktır.

     Milner'in teklifi okullarla ilintili olarak pek uygun değildir [3]; bu önerdiği, gençlerin yetişkinlerden hayatın gündelik mücadelesinde bir şeyler almak durumunda olduğu bir tür eğitimdir. Warren'i incil gibi kabul etmesi yanlıştır, bu yalnızca birkaç kişinin kabul ettiği bir düşüncenin sorunudur. Eklemeliyiz ki, böyle bir eğitim okullarda verilemez, yalnızca ebeveynler tarafından verilebilir.

     İlk ve daha üst seviye eğitim hakkında parti ve sınıf yorumuna imkan veren hiçbir şey eklenemez.  Yalnızca doğa bilimleri, gramer gibi konular okullar için uygun bir içeriktedir. Gramer kuralları, örneğin dindar bir Tory veya özgür düşünceli biri için, değişmez. Farklı çıkarımlara sebep olabilecek konular müfredat dışı olmalı ve ebeveynlere ve bayan Law gibi din hakkında izahatte bulunmuş eğitimcilere bırakılmalıdır.

     Ordunun dağıtılması [4] Brüksel kongresi tarafından kabul edilmiştir.

     Bunu yeniden gündeme getirmek mantıklı değildir.

Notlar:
     [1] Genel (yaygın) eğitim meselesi Enterasyonal'in daha önceki Cenevre (1866), Lozan (1867) ve Brüksel (1868) kongrelerinde tartışılmıştır.

     [2]  Harriet Law'ın Kilisenin gelirlerinin mülkiyeti ve okullara gelir sağlanması hakkındaki teklifi 17 Ağustos 1869 tarihinde Genel Konsey'e ulaşmıştır.

     [3] George Milner 10 ve 17 Ağustos 1869 tarihli Konsey toplantılarında çocuklara burjuva politik ekonomisinin öğretilmesi önerdi, ki bu proleter bakış açısı tarafından kabul edilemezdir ve pratikte yalnızca iktidardaki burjuvazinin gelecek nesiller üzerindeki ideolojik etkisini artırmaya sebep olacaktır. Milner çocuklara bir "emeğin değeri" ve piyasa değişimi fikri kazandırma meselesini özellikle vurguladı. Özellikle, "yalnızca değiştir*" teorisini ortaya süren Amerikan ütopik sosyalisti Warren'i referans gösterdi. 

* para-meta değişimi; alışveriş

     [4] Marx devamlı ordunun dağıtılmasını kastediyor, çünkü Genel Konsey'deki bir tartışmada Eccarius ve Reclus genel eğitim için ayırılacak gelirlerin, devamlı orduların giderlerinin kısılmasıyla sağlanmasını önerdiler. 


Açıklama:
     İlk bölüm, Marx'ın 10 Ağustos 1869 tarihli Genel Konsey toplantısında Basel Kongresi programı üzerine süren bir münakaşa sırasında genel eğitim üzerine yaptığı bir konuşmadır. İkinci bölüm ise, 17 Ağustos tarihlidir. İki konuşma da Eccarius tarafından tutulan Genel Konsey tutanaklarından bulunmuştur. İlk konuşmanın kısa bir özeti Genel Konsey'in 10 Ağustos toplantısı raporunda bulunmantadır ve 14 Ağustos tarihli The Bee-Hive (Arı Kovanı)'da yayınlanmıştır. Diğer konuşmanın kısa bir özeti de 21 Ağustos tarihli The Bee-Hive'da yayınlanmıştır. 

     Marx'ın konuşmalarının The Bee-Hive'daki kısa özetlerinin Almanca çevirileri 1893-1894 tarihli Die Neue Zeit dergisinin “Die Internationale und die Schule" adlı makalesinde yayınlanmıştır.

Türkçe çevirisi: acayiphâne, 10 Ocak 2010



Paylaş

Rethinking Education as the Practice of Freedom

     Eleştirel Günlük'ün bir önceki yazıma yaptığı yorumda verdiği adresteki Henry Giroux'nun "Rethinking Education as the Practice of Freedom: Paulo Freire and the Promise of Critical Pedagogy" başlıklı yazısından çok önemli bulduğum iki farklı alıntı yapmak istiyorum. İlk kısım yazının içinde Stanley Aronowitz'e ait ayrı bir alıntıdan oluşmaktadır. Yazının genelinde katılmadığım birkaç ufak kısım da bulunmakla beraber okunmasını herkese tavsiye ederim. (Alıntılara vurgular eklenmiştir).
   (...) Thus, for Freire literacy was not a means to prepare students for the world of subordinated labor or "careers," but a preparation for a self-managed life. And self-management could only occur when people have fulfilled three goals of education: self-reflection, that is, realizing the famous poetic phrase, "know thyself," which is an understanding of the world in which they live, in its economic, political and, equally important, its psychological dimensions. Specifically "critical" pedagogy helps the learner become aware of the forces that have hitherto ruled their lives and especially shaped their consciousness. The third goal is to help set the conditions for producing a new life, a new set of arrangements where power has been, at least in tendency, transferred to those who literally make the social world by transforming nature and themselves. [*] (...)
     (...) Education is not neutral. It is always directive in its attempt to teach students to inhabit a particular mode of agency; enable them to understand the larger world and one's role in it in a specific way; define their relationship, if not responsibility, to diverse others and to presuppose through what is taught and experienced in the classroom some sort of understanding of a more just, imaginative, and democratic life. Pedagogy is by definition directive, but that does not mean it is merely a form of indoctrination. On the contrary, as Freire argued, education as a practice for freedom must attempt to expand the capacities necessary for human agency and, hence, the possibilities for democracy itself. Surely, this suggests that at all levels of education from the primary school to the privileged precincts of higher education, educators should nourish those pedagogical practices that promote "a concern with keeping the forever unexhausted and unfulfilled human potential open, fighting back all attempts to foreclose and pre-empt the further unraveling of human possibilities, prodding human society to go on questioning itself and preventing that questioning from ever stalling or being declared finished."[**] In other words, critical pedagogy forges both an expanded notion of literacy and agency through a language of skepticism, possibility and a culture of openness, debate and engagement - all those elements now at risk because of the current and most dangerous attacks on public and higher education. This was Paulo's legacy, one that invokes dangerous memories and, hence, is increasingly absent from any discourse about current educational problems. (...)  


[*] Stanley Aronowitz, "Forward," "Critical Pedagogy in Uncertain Times: Hope and Possibilities," ed. Sheila L. Macrine, (New York, New York, Palgrave MacMillan, 2009) pp. ix. 


[**] Zygmunt Bauman and Keith Tester, "Conversations With Zygmunt Bauman" (Malden: Polity Press, 2001), p. 4.

Paylaş

eğitimin yabancılaşması

Bu aralar önüme sıkça bu meseleler çıkıyor. Daha doğrusu kafamı kurcalayan pek çok meselenin altından çıkıyor demeliyim. Geçenlerde GE sağolsun şöyle güzel bir konuşma dinleme fırsatım oldu. Konuşmanın genelinde 19 yy. kapitalizminin "mekanik" mantığı olan "ödül-ceza" motivasyonunun insana ve amacına hiç de uygun olmadığını tekrarlıyor ve çözüm önerileri getiriyor. Zaten Deniz'le bu mesele hakkında çok kereler konuşmuş birisi olarak, bizim gibi düşünen birilerinin, üstelik bunu bilimsel bir metodla -ah şu bilimsel metod !- herkesin gözünün önüne sermesi, genel olarak open source, GNU/GPL ve özelde wikipedia gibi örneklerle görmek istemeyenlerin bile gözüne sokması muhteşem olmuş.
Tezimiz o ki: insanın -ve genel olarak yaşamında öğrenmenin yoğun olarak bulunduğu canlıların- doğasına en uygun öğrenme biçimi, klasik manada usta-çırak ilişkisi dediğimiz biçimdir. Bu biçim, ustanın taklidi ve aynısı olmak değil, aksine, meseleyi kendi bakışın ile kavrayıp kendine özgü bir üreticiliği ustanın gözleminde kazanmayı içerir. Aslında çok parlak bir fikir. Günümüzde insanlara çok "otantik" gelmesi lazım aslında diyorum, ama ne yazık ki metodun eskiliği onun kendisini "klasik ve kaba" ama ürünlerini "otantik" yapıyor. El işi halılardan tutun astronomik ücretli katanalara kadar bu klasik üretimli ve her biri diğerinin aynı olmayan -kahrolsun standardizasyon !- bu ürünler, kullanım değerinden çok daha büyük bir değişim değerine (fiyat - pazar değeri) sahip oluyor. Meselenin bu kısmı bir miktar meta fetişizmi[*] kavramına dahil olmakla birlikte, biz daha çok meta fetişizminin de kökeninde yatan yabancılaşmaya yoğunlaşalım ve bunu alışılan iktisadi biçimde değil de eğitim alanına uygulayarak yapalım, daha sonra sonuçlarını değerlendiririz.
Sosyal meselelerde tanımları -bakışı mekanikleştirdiği için- pek sevmesem de, yabancılaşma tanımlanmaya değer bir kavram. Yabancılaşma, genel olarak insanın doğaya yabancılaşması, yani maymunluktan insanlığa geçiş, insan oluş ve biyolojik-coğrafik etkenleri kırmak için sosyalleşme-toplumlaşma olarak tanımlayabileceğimiz birinci durum; ve 16. yüzyılda İngiltere'de kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan; insanın emeğe yabancılaşması veya insan emeğinin yabancılaşması olarak gözlemlenen ikinci durum gibi iki farklı durumda karşımıza çıkabilir. Birincisi, daha önceki yazılarımda üzerinde durduğum ve bir miktar kafa yorduğum pek çok farklı aşamayı içeren bir mesele, fakat bu yazının konusu dışında kalıyor. İkinci yabancılaşmamız ise, yukarıdaki tanımda bir miktar eksik tanımlanmış kalıyor. Çünkü, emeğin yabancılaşması demek meseleyi salt iktisadi bir boyuta hapsetmektir. Kapitalizmin ruhunun büyük bir parçasını teşkil eden bu yabancılaşma, esasında onun sosyal tüm boyutlarında yansımasını buluyor.
Dünyanın en tembel öğretmeni adlı yazıda çok net görüldüğü üzere, bu yabancılaşmanın bir diğer boyutu da eğitimdir. İlk yabancılaşma dediğimiz "insan toplumunun oluşumu"ndan 19. yüzyıla kadar işlerin usta-çırak ilişkisiyle yürüdüğü, Antik Yunan'ın o müthiş bilginlerinden çok yakın dönemde yaşamış pek çok "deha"nın böyle bir eğitimin sonucunda bu dehalarını elde edebildikleri, daha doğrusu var olan potansiyeli ortaya çıkarabildikleri şaşılacak bir durum değil. GE'nin not ortalaman kaçtı? başlıklı yazısında -çevirisinde daha doğrusu- görüleceği üzere, günümüzde hiçkimsenin doğruluğunu sorgulamadığı -hemen hemen- kalabalık sınıf, ortalama eğitim ve ortalamaya göre konumunu belirten -güya !- not temelli sistemin aslında yaptığı tek şey, eğitimi en olmaması gereken bir duruma sokmaktan ibaret.
Olay çok basit. Bir eğitim veriyorsunuz. Bu durumda eğitimi veren kişi, eğitimi alan kişinin gerekli eğitimi aldığını ya onaylar ya onaylamaz -can simidimiz Aristo mantığı-. Yani olay gerçekten var-yok meselesidir bana göre burada. Ya eğitim alınmıştır, ya alınmamıştır. Ama bu, "var" ise her şeyi biliyor "yok" ise hiçbir şeyi bilmiyor değil, makul şartlarda eğitimin tamamlanması yani bir "mezuniyet" durumunu kastediyorum. Fakat, ben eğitimi verdim ama şu konunun yüzde bilmem kaçını yapıyor bilmem kaçını yapamıyor diye bir durum olamaz. Çünkü, zaten bunu böyle bir klasifikasyona sokacak kadar iyi ve diğer tüm değişkenlerden bağımsız ölçemezsiniz -burada yazar sınav sistemine taş atıyor-, üstelik böyle bir derecelendirme yapsanız dahi bu o kişinin o eğitimi aldığı anlamına gelmeyebilir, ki aksine o derecelendirmede verdiğiniz derecenin çok üzerinde bir durumda da olabilir. Yani, sınav-not sistemi hiçbir şeyi belirleyemez.
Gelelim GE'nin yukarıda belirttiğimiz yazıdan çevirdiği kısmına. Notlar insanları teşvik etmez. Notlar insanları yabancılaştırır. Bir öğrenci, sınıfın ortalamasının üzerinde olmak gibi bir amaçla sınava çalışırsa, o derse tamamiyle, bir parça bile istisna olmaksızın tamamiyle yabancılaşır. Burada Marx'ın tanımladığı iktisadi yabancılaşma ile öğrencinin bu yabancılaşmasının paralelliğine değindikten sonra ortak kaynağa inebileceğiz. İktisadi yabancılaşma, işçinin ürettiği metaya yabancılaşmasıdır. Bunu çok net şekilde Ford'un seri üretim bandını "keşfetmesi"nden sonra görsek de, kapitalizmin ilk aşamalarından itibaren görülmektedir. Marx'ın anlatımıyla:
"Emek nesnesinin yabancılaşması, emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden başka bir şey değildir.
Peki, emeğin yabancılaşması neye dayanır? 
İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki, emeğinde, işçinin kendini olurlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak, işçi ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir, ve çalışmada, kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir, ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil, ama sadece çalışma dışındaki gereksinmelerin bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan veba gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak, emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde, insan imgeleminin, insan kafasının ve  insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de, tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik. 
Bundan şu sonuca varılır ki, insan (işçi) artık kendini ancak yemek, içmek ve çoğalmak gibi hayvanal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süste, vb. özgürce etkin duyabilir, insan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, ve insanal da hayvanal durumuna gelir. 
Gerçi yemek, içmek ve çoğalmak da gerçek insanal işlevlerdir. Ama, insanal etkinlikler alanının üst yanında soyut olarak ayrılmış ve böylece son ve tek erek durumuna gelmiş biçimde, hayvanal işlevlerdirler. " (Karl Marx, 1844 Elyazmaları, s. 156-157 - Vurgular eklenmiştir)

Burada özellikle vurguladığım kısımda görüyoruz ki, günümüz "seri üretim bandı" halindeki eğitim sistemi de, kapitalizmin ruhu, daha doğrusu ruhsuzluğunun bir ürünü olarak, eğitim sürecinin bir kendini yadsımaya, özgür bir entellektüel varlık göstermeyi imkansız kılmaya yönelik bir yabancılaşma sürecinden başka bir şey değildir. Nasıl ki genel olarak insan emeği insan doğasından -var oluşundan- kaynaklanmakta ve usta-çırak ilişkisi ile gelişen bu üretim yordamları kapitalizmle birlikte emeğin insanın özgün ürünü olmasına yabancılaşmasına dönüşmekteyse; genel olarak insan doğasının bir parçası olan merak ve bilme isteği ile doğan bilim ve onun aktarımı eğitimin yine aynı şekilde insanın merağına ve özgür fikirsel üretimine yabancılaştığını söyleyebiliriz. Bilimciler için durum biraz istisnai olsa da; eğitimciler, sınav yaptıkları ve kalabalık sınıflarda doğru dürüst bir geri dönüş almadan, kör bir şekilde çok ciddi entellektüel bir bilgi aktarımı gereken meseleleri bile ortalamaya indirgedikleri oranda kendilerini yadsırlar. Eğitim görenler, öğrenciler de aynı şekilde, o kalabalık sınıfların, yani seri üretim bandlarının o veya bu köşesinde, üzerinde durmaları gereken entellektüel meselenin derinliği ile hiç ilgilenmeden o veya bu şekilde o üretim bandının kalite kontrol standartlarından (sınav ve notlandırmalardan) geçebildiği oranda kendisini eğitimden soyutlar, ve bir eğitim alan olarak kendisini yadsır. Eğitim alan da eğitim veren de, sınıf -ders- meseleleri dışında özgür hisseder. Az veya çok bir fikir üretimi olan eğitimci, sınavları zevksiz bulur; öğrenciler için ise bu çok daha yaygındır. Kısacası, bu eğitim üretim bandı, kapitalizmin "entellektüel olarak özgür" bireylere değil, daha sonra meta üretim bandında o veya bu noktaya yerleştireceği ama 19. yüzyıldaki işçilerden çok daha kompleks işçler için ihtiyaç duyduğu -son zamanların moda deyimiyle beyaz yakalı işçiler- için yarattığı bir durumdur. Böylece en vahşice askeri teknolojileri geliştirecek mühendislerin vicdani hiçbir sorgulama olmadan bu işi yapabilmesinden tutun da kime neye nasıl hizmet ettiğini bilmeyen "dahi ekonomist, borsa maniplatörü" iktisatçılara kadar pek çok çelişkili ve kendini yadsıyan "entellektüel" işçi üretebilir. Evet, kapitalizm bu eğitim üretim bandıyla, tam istediği işçileri üretmekten başka bir iş yapmamaktadır, ve üretim bandı mantığının hakkını verircesine, gereğinden fazla üreterek yarattığı "kıtlık" ortamında, bunca fiziksel ve fikirsel işkenceye uğramış bu işçilerin kendi kapısında iş için yalvarırcasına kuyruklar oluşturmasını da sağlamaktadır. Üstelik bu gereğinden fazla, çok çok fazla üretim; hemen hemen herkesin bu "üretim bandı"na girip bir kademe üstte, aristokrat bir işçi (!?) olabilmek için de tek tek saçma pek çok duruma girmesine sebep olmaktadır.

Türkiye örneğine bakalım, çünkü her zaman en kötülerden başlamak iyidir. Anaokulundan itibaren çok büyük bir oranda çocukların -ki buradaki oran, çocuğunun böylesi bir durumdaki masraflarını karşılamaya cesaret edebilen işçi, köylü ve küçükburjuvaların yani emekçilerin genel nüfusa oranınından gelmektedir- inanılmaz bir zihin tahribatına ailenin çok büyük bir istek, baskı ve yönlendirmesiyle maruz bırakıldığını görüyoruz. İlkokul birinci sınıftaki kuzenimin diğer çocuklardan önce okumayı söktürülmeye çalışmasından tutun da saymada sınıf birincisi olmaya yönelik aile baskısıyla gece 12'lere kadar ödev yapması gibi saçmalıklara kadar pek çok örnekle artık mide bulandırıcı boyutlara geldiğini çok yakından görebiliyorum bu durumun. Ama o kadar da uzağa gerek yok, biz hepimiz yıllarca dersane gerçeğinin içinde işkenceye maruz kaldık ve okulda olsun dersanede olsun ve yer yer -ailenin bütçesi müsaade ettiği oranda- özel öğretmen vasıtasıyla olsun zihinlerimiz sistemli bir şekilde tahrip edildi. Matematiğe, fiziğe ve kimyaya yabancılaştık. Bu tahribatın yüksekliği oranında zor gelen ama bir şekilde, ailesinin özgür bırakması veya öğretmenlerinin yaklaşımı olabilir, bu tahribattan kaçınıldığı oranda kolay ve saçma olan sınavlarla lise ve üniversitelerdeki konumlarımız belirlendi. Üniversitede, üniversiteyi yadsıyacak her türlü saçmalığın, fotokopicideki ders notları ve çıkmış sorulardan kopyaya kadar her türlü rezilliğin normal karşılandığı bir ortamda "güya" bilimsel bir eğitim alıyoruz. Ama ne bilimsel ! Bilmem kaç bin kitap bulunan kütüphanede eğitimi alınan disipline ait bilmem kaç bin kitap bulunabilecekken o disipline dair okunacak tek şeyin bir "çancı"nın tuttuğu ders notları olan öğrenciler yetiştiren, yani yukarıdaki yabancılaşmanın içini tam dolduran ve o konuya tamamiyle yabancılaşarak kendi öğrenciliğini yadsıyan öğrenciler yetiştiren bir bilim yuvası ! Üstelik, "biz her ilimize bir üniversite açacağız hamdolsun" gibi siyasi rant söylemleri ile "genişçe bir arazi bulunca üzerine üniversite kondurmak otel açmaktan daha kârlı" gibi ekonomik rant söylemleri arasında üniversite ve dolayısıyla özel lise, dersane, test kitabı hazırlayan otomat yayınevleri ile birlikte bu üretim bandından geçecek insanların artması gibi durumların saçmalığına "bizim zamanımızda öğrenciler böyle değildi, siz çok tembelsiniz"den başka diyecek bir sözü olmayan, burnunun önünü göremeyen bir intelijensiyaya sahip bilim yuvası. Üniversite, günümüzde manda tezeği kadar ağır bir sözcük ama, bir o kadar değersiz.

Şükür ki mühendislik eğitimi alıyorum ve kapitalizmin kendine eleman yetiştirmek için insanlar üzerinde yaptığı "deneysel çalışma"ları çok net ve yakından görebiliyorum. Bu durumun çelişkisi ise, kendimin bu deneysel çalışmalardan kaçamıyor olmam. Kapitalizm içinde kapitalizmi yaşarsın, buna mecbursun. Ama durumum, denizin içinde yaşayan ama denizi bilmeyen, yani şairin dediği gibi "ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler" biçiminde değil en azından. Fakat bu, insanın omzuna bu saçmalığın üzerinde ufak ya da büyük bir değişiklik yapmak için çaba sarf etme sorumluluğu yüklüyor. Sorunu anlamak bir başlangıçtır, sonraki aşama için Marx'ın dediği gibi; "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir".


[*] Meta fetişizmi, Karl Marx'ın Kapital'de detaylıca açıkladığı biçimiyle bir metaın pazarda kullanım değerinden -nitelik- farklı bir değişim değeri -fiyat- alması durumudur. Burada mesele, metaın toplumsallaşması ve toplumsal bir değer ifade etmesi meselesidir. Meta, üretilirken bir üretim değerine sahiptir, yani ona harcanan emeğe ve zamana. Pazara girerken, bir kullanım değerinden ücretlendirilmesini beklersiniz, yani o metaya olan talebe bağlı bir değişim değeri almasını. Fakat, metaın toplumsal konumu bu değerden bambaşka bir değişim değeri karşımıza çıkartır. Klasik bir örnekle, o veya bu marka bir pantolonun üretimi için gereken süre veya el emeği aşağı yukarı aynı olsa da örneğin bir Levi's pantolon, üstelik işçi ücretlerinin çok düşük olduğu Güney Doğu Asya ülkelerinde üretilmesine rağmen, başka pek çok pantolondan daha pahalıdır. Çünkü Levi's tek başına bir kalite/keyfiyet belirtmez, aynı zamanda toplumsal bir değere -keyfiyete/niteliğe- sahiplik belirtir. Tüm bunlar, yazıda da göstereceğimiz yabancılaşmanın sonucu oluşmaktadır.

Paylaş