people

maxwell'den


     For the evolution of science by societies the main requisite is the perfect freedom of communication between each member and anyone of the others who may act as a reagent.
    The gaseous condition is exemplified in the soiree, where the members rush about confusedly, and the only communication is during a collision, which in some instances may be prolonged by button-holing.
    The opposite condition, the crystalline, is shown in the lecture, where the members sit in rows, while science flows in an uninterrupted stream from a source which we take as the origin. This is radiation of science. Conduction takes place along the series of members seated round a dinner table, and fixed there for several hours, with flowers in the middle to prevent any cross currents.
      The condition most favourable to life is an intermediate plastic or colloidal condition, where the order of business is (1) Greetings and confused talk; (2) A short communication from one who has something to say and to show; (3) Remarks on the communication addressed to the Chair, introducing matters irrelevant to the communication but interesting to the members; (4) This lets each member see who is interested in his special hobby, and who is likely to help him; and leads to (5) Confused conversation and examination of objects on the table.
     I have not indicated how this programme is to be combined with eating.

James Clerk Maxwell
Letter to William Grylls Adams (3 Dec 1873). In P. M. Harman (ed.), The Scientific Letters and Papers of James Clerk Maxwell (1995), Vol. 2, 1862-1873, 949-50


     In a University we are especially bound to recognise not only the unity of science itself, but the communion of the workers in science. We are too apt to suppose that we are congregated here merely to be within reach of certain appliances of study, such as museums and laboratories, libraries and lecturers, so that each of us may study what he prefers. I suppose that when the bees crowd round the flowers it is for the sake of the honey that they do so, never thinking that it is the dust which they are carrying from flower to flower which is to render possible a more splendid array of flowers, and a busier crowd of bees, in the years to come. We cannot, therefore, do better than improve the shining hour in helping forward the cross-fertilization of the sciences. 
James Clerk Maxwell
'The Telephone', Nature, 15, 1878. In W. D. Niven (ed.), The Scientific Papers of James Clerk Maxwell (1890), Vol. 2, 743-4.

Paylaş

grip, kriz, en büyük hata (2)

     "Hunter-gatherers practiced the most successful and longest lasting lifestyle in human history. In contrast, we're still struggling with the mess into which agriculture has tumbled us, and it's unclear whether we can solve it. Suppose that an archaeologist who had visited us from outer space where trying to explain human history to his fellow spacelings. He might illustrate the results of his digs by a twenty-four hour clock on which one hour represents 100,000 years of real past time. It the history of the human race began at midnight, then we would now be almost at the end of our first day. We lived as hunter-gatherers for nearly the whole of that day,from midnight through dawn, noon, and sunset. Finally, at 11:54 p.m., we adopted agriculture. As our second midnight approaches, will the plight of famine-stricken peasants gradually spread to engulf us all? Or will we somehow achieve those seductive blessings that we imagine behind agriculture's glittering facade and that have so far eluded us?" [1]
    Diamond daha önceki yazımda değindiğim makalesini bu sözlerle bitiriyor. İnsanlığın geçmişinde son 10 ila 15 bin yılın kayda değer bir zaman olmamasına rağmen küçük gezegenimiz ve kendi üzerimizde -sosyal olarak- yaptığımız değişikliklerin başdöndürücü hızını hesaba katarsak, bu sürenin önemini anlarız. Fakat, tarihten ders çıkarmasını bilenler için korkutucu bir durum da ortaya çıkmaktadır: bu kadar kısa sürede, dünyada yaptığımız bu kadar şey -ki Jared Diamond'a göre yalnızca avcı-toplayıcıların sanatsal faaliyetleri bile yeterince fazladır-, acaba önümüzde bir bu kadar süre daha varken hangi boyutlara gelecek ve bizi nasıl etkileyecektir?

    Yazının önceki bölümü ile bütünlüğü sağlamak açısından Engels'ten yaptığım alıntının kısa bir parçasını burada tekrarlamakta fayda görüyorum: "(...) Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları meydana getirenleri değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı meydana gelmez. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerinin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. (...) Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır." [2] Doğa ile ilişkilerimizi, o doğanın bir parçası olarak ele almak yerine onun içinde gezinen bir "turist"miş gibi ve hatta daha abartılı bir görüşle ona hükmeden misyonermiş gibi ele almak şeklinde tezahür eden kendimizi eleştirmemezlik alışkanlığını tez elden bırakmak için ciddi bir uyarıdır bu.

     İnsan, her şeyiyle doğanın bir parçasıdır. Toplum diyeceğimiz bir sosyal örgütlülüğün oluşması öncesine, yani insanlığın oluşumuna ve onun oluşmasına kadar gelen sürede canlılığın oluşup evrimleşmesine ve onun oluşmasına kadar geçen sürede evrenin oluşup gelişmesine kadar geriye gidebiliriz istersek. Tarihi bir geriye dönüşte makul gözükse de, doğa bu diyalektik zincir içinde geriye doğru işlemez -Feynman espirili bir şekilde buna bir kamera filmini geriye sardığımızda hareketlerin yapay gözükmesinin sebebi olarak yaklaşır-, olaylar çoğu zaman tersinebilir değildir.  Klasik bir görüş, bu terse gidişten insanın oluşumunu doğanın hareketinin en ileri ve mükemmel noktası olduğuna götürerek insanı evrenin merkezine koyuveriyor. Zamanda geriye gidildiği ve gelişim sürecinin terslendiğini unutmak gibi ufak bir hatası olan bu muhteremlerin düşündüğünün aksine insan evrimi, doğanın diyalektiğinin kaçınılmaz sonucu, en üst noktası -ve insanı doğanın bir parçası olarak kabul ettiğimize göre- doğanın hareketinin en mükemmel bir şekli değildir. Olayların tersinebilir olmamasına dönersek, evrimimiz öncesindeki hiçbir olay evrimimizden etkilenmediği gibi, biz bir gün yok olursak -burada kasıt tersine evrim değil, düpedüz yok olmaktır- da evren arkamızdan ağıt yakmayacak ve var oluş sebebini kaybettiği için kendini intihar etmeyecektir.

    Fakat az önce yanlış düşündüğünü söylediklerimizin haklı oldukları bir nokta var. İnsan hareketinde doğanın genel hareketinin eğilimlerini görmek mümkündür. İnsan, hem maddi evrenin hem de kendi zahiri "evreni" olan toplumun bir parçası olarak doğanın ve insan toplumlarının tarihinin bir noktasında olasılıksal olarak var olarak -üreme !- aslında onu var eden doğal ve toplumsal şartların bir toplamı olarak varlığını sürdürür. Elbette ki yalnızca tarihsel koşulların değil, yaşadıkları süre boyunca toplumda var olan milyarlarca bireyin olasılıksal hareketlerinin tek tek o insan üzerindeki etkileriyle de değişerek var olurlar. Fakat günümüzün etkileşimlerinden önce tarihsel etkiye bakarsak Marx'ın deyişiyle "İnsanlar, tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu, kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan verili olan ve geçmişten miras kalan koşullar içinde yaparlar. Ölü kuşakların bütün geleneği, olanca ağırlııyla yaşayanların zihinleri üzerine çöker..." [3] Bugün insanlar neden çılgınca daha çok gelişmeye çalışıyorlar? Neden daha gelişmiş bilgisayarlar, daha hızlı internet, daha yaygın basılı yayın ağları, daha büyük binalar, daha uzun menzilli uçaklar, daha büyük gemiler yapmaya çalışıyoruz? Neden hep "daha"sını istiyoruz? Peki neden doğanın kaynaklarını sınırsızca kullanmakta kendimizi özgür görüyoruz? Neden nükleer enerjiye bile karşı çıkarken alternatif enerji kaynakları sunmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Neden hepimiz -değilse de çoğumuz- evlenmek ve çocuk sahibi olmak istiyoruz? Neden bir evimiz, arabamız, bize ait onlarca eşyamız olsun istiyoruz? Bunlar bizim "doğamız"ın gereği mi?

    Bu soruları peşpeşe uzatıp gidebiliriz. Fakat genel konsepti yakalamamız için yeterli. Bunların bizim doğamızın gereği olup olmadığı meselesi biraz karmaşık. Çok mekanik düşünen birisi olsaydım, bu kadar sövüp saydıktan sonra "doğamızda bunlar yok" diyip işin içinden çıkardım ve hatta böyle yapabilmeyi de isterdim. Ama ne yazık ki kazın ayağı öyle değil. İnsan tür olarak evrilişinden ayrılarak düşünülemez. Zihinsel ve bununla birlikte el becerileri vs. gibi konularda kazandığı ve onun -tabir yerindeyse- "ruhunu" oluşturan bu en temel yapılar, kuşkusuz ki doğamızın ağırlıklı bir parçası. Fakat, insanın evrilme şartlarını aşarak en basitinden bir alet yapma yeteneğini ve tutkusunu getirdiği boyutlar ele alınırsa, ortada orantısız ve "doğamız" ile örtüşmeyen bir durum belirir. Daniel Dennett bir konuşmasında izleyicilerine "şeker neden tatlıdır?" diye sormuştu. Kuşkusuz ki şeker bize tatlı geldiği için tatlıdır ! Glikoz moleküllerine gözleriniz kör oluncaya kadar bakın isterseniz demişti sonrasında seyircilere, şekeri tatlı yapan hiçbir şey göremezsiniz. Fakat gözünüzü insana çevirip onun algısına bakarsanız, şekerin neden tatlı olduğunu görebilirsiniz. Çünkü şekerli bitkiler bol miktarda enerji içerir ve insan da bu molekülü "tatlı" hanesinde sınıflandıracak şekilde evrimleşmiştir. Tıpkı bunun gibi, alet yapmak da -evrimsel geçmişine girmeye gerek yok-, aile kurmak da, iletişim ve ulaşım araçları geliştirmek de insanın hem evrimsel hem toplumsal gelişiminin bir sonucunda olmaktadır.

     Fakat bu işin bir sınırı olduğunu söylemiştik. İnsan, doğaya karşı sorumsuz değildir. Doğal seçilim gibi kanlı bir giyotine benzeyen bir araçla adaletini sağlayan doğaya karşı üstün olmak mümkün müdür? Burada durup düşünelim. Avcı-toplayıcı bir toplum, pek de doğanın sınırlarını aşmış sayılmaz. Elbette inanılmaz derecede soyutlamalar -en basitinden sanat !- yapabilecek kadar da müreffehler. Ama doğa ile belirli bir dengede duran bir toplum yapısına sahipler. Üstelik önceki yazıda gördüğümüz gibi, doğa onlara cömert davranıyorken ona hükmetmek gibi çılgınca düşüncelere de kapılacak gibi değiller. Peki ya biz? Bizi tanımlayan vurucu tek bir kelime varsa, o da yabancılaşmadır. Yabancılaşma ilk olarak doğaya karşı oldu. Doğal besin elde etme yollarımızı, doğayı manipüle ederek değiştirdik. Artık doğanın adaletini aldatabiliyorduk. Daha sonra şehirler kurarak doğal yaşam alanlarımızı -ve bu alanların doğasını- değiştirdik. Artık kendimize de yabancılaşmıştık: ezilen-ezen, efendi-köle, patron-işçi şeklinde bölünmüş sınıflı bir toplum olmuştuk. Ortantısızlığın da oranını kaçırınca, inanılmaz nüfus yoğunluklarına ulaştık; insanın kendine ve yaptığı işe yabancılaşması da işe yaramıştı, artık bireyler olarak "birer araba" "birer ev" sahibi olarak doğayı daha orantısızca tahrip ediyorduk. 3 milyon Amerikan çiftçisinin 2 milyar insana yetecek kadar tahıl ürettiği, ve bunların hepsinin yiyecek olarak kullanılmayıp bir kısmının yakıt olarak kullanıldığı, bu sırada 6.5 milyar insanlığın 2 milyarına yakınının açlıkla boğuştuğu "görkemli" bir medeniyet kurduk. Küçük dünyamız yetmediği için, İspanyol kaşifler gibi uzayı fethetmeye bile kalkıştık.

    Ve bunların hiçbirisi doğamız gereği bu boyutlara ulaşmış değil. Doğamız gereği alet yapabiliyoruz, ama doğamız gereği uzay mekiği yapmıyoruz. Doğamız gereği -her hayvan gibi- çok çocuk yapmak istiyoruz, ama doğamız gereği 6.5 milyar kişi olmadık. Doğamız gereği sanat yapacak durumdayız, ama doğamız gereği Kolezyum inşa etmiyoruz. Elbette insanın doğasında bir de "merak etmek" vardır. Bilim çoğu zaman bu merak ile gelişir. Fakat, merak ettiği için atomun parçalanabilirliğini araştıran insan merak ettiği için nükleer silah yapmaz. Bu hem doğaya hem de topluma egemen olma güdüsü ile ortaya çıkar ki "yabancılaşma"nın temelidir. Geçen yazıda değindiğim tarihlerde, 10-15 bin yıl önce bir yerlerde doğayla barışık olduğumuz sınırdan şöyle bir ayağımızı içeri soktuk. Baktık ki bir şey olmuyor, tren yoluna indik. Şu anda belki "ilerliyor" gözükebiliriz. Fakat, tren yolunda ilerlemek arkadan trenin gelip çarpmayacağı anlamına gelmez. Evet, belki trene doğru da ilerlemiyoruz. Doğayı anlamak-kavramak, bunlar çok güzel. Ama unutmayalım ki; ne biz doğayı anlamak için buradayız, ne doğa biz onu anlayalım diye burada. Bu yüzden insanı evrenin merkezine koyup, ona olmayan bir anlam atfedip yaptığı tüm hatalarını haklı çıkarmaya çalışmayalım.

    Günümüz ekonomik krizleri, savaşları ve gördüğümüz üzere hiç de akla gelmeyen hastalıklar dahi bu yabancılaşmanın ürünü. Peki bu doğaya ve kendine yabancılaşmanın çözümü nedir? Şaire bakarsak, umut yine insanda. Engels'e bakarsak doğayı ve kendimizi, buna bağlı olarak da doğayla olan ilişkimizi her gün daha çok ve daha iyi anlıyoruz. Bu durumdan, Thomas More'a göre Utopia, Marx'a göre yabancılaşmanın olumsuzlanması olarak avcı-toplayıcıların komünal yaşamının günümüz toplumsal seviyesine yansıması olan komünizm çıkar. Bilim ve bilinç geliştikçe, insanların çoğunun "neden böyle yapıyoruz" diye soracağı bir gün gelecektir diye düşünüyor; bu, doğanın hareketinin kaçınılmaz bir sonucu olacaktır. Fakat, bu yalnızca seçeneklerden birisi. Geçen yazıda koyduğum videoda Jared Diamond'un belki farkına varmadan belirttiği, insanlığın doğayla barışık olarak bu "kan davası"nı halletmesinin -günümüz popüler deyimiyle demokratik çözümün- yolu bu olacaktır gibi gözüküyor. Bu yolun da "çevre politikaları" gibi yüzeysel geçiştirilecek reformlarla gerçekleşemeyeceğini de görüyoruz. Bir de, çözüme gitmeyip kan davasını kangrenleştirmek var. O durumda insanlığın durumu ne olur bilemeyiz; ama doğanın hiçbir şey kaybetmeyeceğini kesinlikle biliyoruz. Ya onunla barışıp ona uyum sağlayacağız, ya da o bizi kendisine uyduracak.

    
[1] The Worst Mistake In The History Of The Human Race, Jared Diamond, Discover-May 1987, s. 64-66

[2]  Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, Friedrich Engels, 1876

[3] Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Karl Marx, 1852, s. 1
Paylaş

doğanın ve evrimin diyalektiği üzerine

     Engels'in 1876 yılında yazdığı ve esasında İşçinin Köleleştirilmesi isimli bir çalışmaya önsöz olarak düşündüğü ve daha sonra bu çalışma tamamlanmadığı için ayrı olarak Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü ismini verdiği bir makalesini okuyordum ve konunun Jared Diamond ile ilgili yazdığım yazıların konusuyla paralel olan ve çok anlaşılır ifadelerle yazılmış bir kısmını diğer yazı ile arayı soğutmamak amacıyla alıntılamak istedim.


    "Yukarda belirtildiği gibi, hayvanlar, etkinlikleri yoluyla, insanın yaptığı ölçüde olmasa bile aynı biçimde çevreyi değiştirirler ve bu değişiklikler, gördüğümüz gibi, bu kez de başka etkiler doğurur ve onları meydana getirenleri değiştirirler. Çünkü doğada hiçbir şey ayrı ayrı meydana gelmez. Her şey, diğerlerini etkiler ve diğerlerinin etkisi altında kalır, ve çoğu zaman da, doğabilimcilerinin en basit şeyleri bile açıkça görmesini önleyen, bu çok yönlü hareketin ve karşılıklı etkilerin unutulmasıdır. Keçilerin Yunanistan'ın yeniden ormanlaşmasını nasıl önlediklerini gördük. St. Helen adasında buraya ilk gelenlerin getirdikleri keçiler ve domuzlar, adanın eski bitkilerinin tamamen kökünü kazımayı başarmışlardır. Böylece daha sonraki gemicilerin ve göçmenlerin getirdikleri bitkilerin yayılması için ortam hazırlamışlardır. Ama hayvanların çevreleri üzerinde yaptıkları sürekli etkileme bir niyete dayanmaz ve hayvanların kendisi için de bir raslantıdır. Ancak insanlar hayvandan uzaklaştıkça, onların doğa üzerindeki etkisi giderek daha çok düşünülmüş, planlanmış, belirgin ve önceden bilinen hedeflere yönelmiş bir eylem niteliği alır. Hayvan, bir yerin bitkilerini, ne yaptığını bilmeden yok eder. İnsan, bunları, boş kalan toprağa tarla ürünleri ekmek ya da kendisine ekilenin birkaç katını getirebileceğini bildiği ağaçlar ve bağlar yetiştirmek için yok eder. Yararlı bitkileri ve ev hayvanlarını bir yerden bir yere taşır, böylece dünyanın her yanında bitkileri, ve hayvan yaşamını değiştirir. Bunun da ötesine gider. Yapay üretme yoluyla bitki ve hayvanlar insan eliyle o kadar değiştirilmişlerdir ki, tanınmaz hale gelmişlerdir. Tahıl cinslerinin kökeni olan yabani bitkileri artık bulmak olanaksızdır. Kendi aralarında bile çok değişik olan köpeklerimizin, hangi yabanıl hayvanlardan ya da çok sayıda ırkları bulunan atların, nereden geldiği bugün bile tartışma konusudur. Söylemeye gerek yok ki, hayvanların yöntemli, önceden tasarlanmış biçimde hareket etme yeteneğini tartışmak bizim için sözkonusu değildir. Tersine, protoplazmanın, canlı albüminin bulunduğu ve tepki gösterdiği, basit de olsa belirli hareketlerin dıştan gelen belirli uyarmaların sonucu olarak meydana geldiği her yerde embriyon halinde yöntemli hareket biçimi vardır. Böyle bir tepki, sinir hücresi bir yana, hiçbir hücrenin bulunmaması halinde bile meydana gelir. Böcek yiyen bitkilerin avını yakalama yolu da, tamamen bilinçsiz olmakla birlikte, bir bakıma yöntemli gibidir. Hayvanlarda bilinçli ve yöntemli eylem yeteneği, sinir sisteminin gelişmesi oranında gelişir ve memeli hayvanlarda yüksek bir düzeye erişir. İngiltere'de yapılan tilki avı sırasında, tilkinin kendisini kovalayanlardan kaçmak için, çok üstün yer saptama bilgisini kullanmayı nasıl becerdiğini, her yeri ne kadar iyi tanıdığını ve bu yerleri kovalamacayı kesmek için nasıl kullandığını her gün gözlemek mümkündür. İnsanla birlikte oluşu dolayısıyla çok gelişmiş ev hayvanlarımız arasında, insan çocuklarıyla aynı aşamaya kadar varan kurnazlık durumlarını her gün görebiliriz. Çünkü, insan embriyonunun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesi hayvan olan atalarımızın, solucandan başlayarak milyonlarca yıl sürmüş bedensel gelişme tarihinin kısa bir yinelenmesi olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişmesi de aynı atalarımızın, hiç değilse daha sonrakilerin düşünsel gelişmesinin daha kısa bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Ama bütün hayvanların bütün yöntemli eylemi, dünyaya, onların iradesinin damgasını vurmayı sağlayamamıştır. Bunu, insan yapmıştır.

      Kısacası, hayvan dış doğadan yalnızca yararlanır ve salt varlığı ile onda değişiklikler meydana getirir; insan onda değişiklikler meydana getirerek, amaçlarına yarar duruma sokar, ona egemen olur. İnsanın öteki hayvanlardan son ve temel farkı budur, bu farkı meydana getiren de gene emektir.

      Bununla birlikte, doğa üzerinde kazandığımız zaferlerden dolayı kendimizi pek fazla övmeyelim. Böyle her zafer için doğa bizden öcünü alır. Her zaferin beklediğimiz sonuçları ilk planda sağladığı doğrudur, ama ikinci ve üçüncü planda da büyük çoğunlukla ilk sonuçları ortadan kaldıran, bambaşka, önceden görülmeyen etkileri vardır. Mezopotamya, Yunanistan, Küçük Asya ve başka yerlerde işlenecek toprak elde etmek için ormanları yok eden insanlar, ormanlarla birlikte nem koruyan ve biriktiren merkezlerin ellerinden gittiğini, bu ülkelerin şimdiki çölleşmiş durumuna ortam hazırladıklarını akıllarına hiç getirmiyorlardı. Alpler'deki İtalyanlar, dağların kuzey yamaçlarında dikkatle korunan çam ormanlarını güney yamaçlarında yok ederken, bölgelerinde sütçülük sanayiinin köklerini kazıdıklarını sezemiyorlardı. Böylece, yılın büyük kısmında, dağlardaki kaynakların suyunu kuruttuklarını, aynı zamanda da yağmur mevsiminde azgın sel yığınlarının ovaları basmasına neden olduklarını hiç bilemiyorlardı. Avrupa'da patatesi yayanlar, nişastalı yumrularla birlikte, sıraca hastalığını yaydıklarını bilmiyorlardı. İşte böylece her adımda anımsıyoruz ki, hiçbir zaman, başka topluluğa egemen olan bir fatih, doğa dışında bulunan bir kişi gibi, doğaya egemen değiliz; tersine, etimiz, kanımız ve beynimizle ondan bir parçayız, onun tam ortasındayız, onun üzerinde kurduğumuz bütün egemenlik, başka bütün yaratıklardan önce onun yasalarını tanıma ve doğru olarak uygulayabilme üstünlüğüne sahip olmamızdan öte gitmez.

      Ve aslında her geçen gün bu yasaları daha doğru anlamayı öğreniyor, doğanın geleneksel akışına yaptığımız müdahalelerin yakın ve uzak etkilerinin farkına varıyoruz. Özellikle yüzyılımızda doğabilimin sağladığı büyük ilerlemelerden sonra hiç değilse günlük üretim faaliyetlerimizin en uzak doğal etkilerini bile öğreniyor ve onların farkına varabilecek ve dolayısıyla onları denetleyebilecek bir durumda bulunuyoruz. Ama bu ilerlemeler ölçüsünde insanlar doğa ile olan içiçe durumlarını yalnızca sezmekle kalmıyor daha iyi de öğreniyorlar; Avrupa'da klasik çağın bitiminden bu yana ortaya çıkan ve hıristiyanlıkta en yüce gelişme noktasına varan, düşünce ile madde, insan ile doğa, ruh ile beden arasında bir karşıtlığın, bu anlamsız ve doğaya aykırı düşüncesi bu ölçüde olanaksız hale geliyor."


Friedrich Engels
Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü, 1876
Paylaş

atom reaktörleri

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar doğar güneş doğarken
ve güneş doğarken çöp kamyonları
ölüleri toplar kaldırımlardan
işsiz ölüleri aç ölüleri

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken köylü aile
erkek kadın eşek ve karasaban
sabana koşulu eşekle kadın
toprağı sürerler toprak bir avuç


işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ölür bir çocuk
ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
on iki yaşında ve numaralı
ve ne boğmacadan ne menenjitten
ölür bin dokuz yüz elli sekiz'de
ölür bir japon çocuğu hiroşima'da
dokuz yüz kırk beş'te doğduğu için

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken tombul bir adam
yatağından çıkar dalgın giyinir
'bugün kimi kime gammazlamalı,
amirin gözüne nasıl girmeli'

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken zenci şoförü
ağaca asarlar yol kıyısında
gazyağına bulayarak yakarlar
sonra kimi kahve içmeye gider
kimi saç tıraşı olur berberde
kimi dükkanını açar erkenden
kimi genç kızını öper alnından

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken mahpus kadını
kayışla masaya bağlı sırtüstü
çıplak memeleri al kan içinde
sorguya çekerler bir bodrumda
sorguya çekenler cigara içer
biri yirmisinde altmışlık biri
gömlekleri terli kollar sıvalı
ve kum torbaları elektrodlar

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken gülyaprağına
uçak alanından sessiz pilotlar
'H' bombası yükler tepkililere
ve güneş doğarken güneş doğarken
otomatik silahlarla biçilir üniversitelilerle işçiler
ve akasya ağaçları bulvarın
pencereler balkondaki saksılar
ve güneş doğarken devlet adamı
konağına döner bir ziyafetten
ve güneş doğarken kuşlar ötüşür
ve güneş doğarken güneş doğarken
genç bir ana bebesini emzirir

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken ben bir geceyi
bir uzun geceyi gene uykusuz
ağrılar içinde geçirmişimdir
düşünmüşümdür hasretliği ölümü
seni memleketi düşünmüşümdür
seni memleketi ve dünyamızı

işler atom reaktörleri işler
yapma aylar geçer güneş doğarken
ve güneş doğarken hiç umut yok mu
umut umut umut
umut insanda 

nazım hikmet
Paylaş

grip, kriz, en büyük hata (1)

Hastalıklar, savaşlar ve ekonomik buhranlar. İnsan kendini bildi bileli bu büyük olayların akışında sürükleniyormuş gibidir. İlk tahlilde hepsi bir diğerinden ayrık gözükür. Hepsi  bireyler ve toplumlar üzerinde ayrı ayrı kendi trajedisini yaratır ve yaşatır çünkü. Küçük mavi gezegenimizde büyük hayallerimizi kovalarken bu trajedilerin ortasında kendimize "neden ben" diye sormuşluğumuz veya bir toplumun -hatta tüm insanlığın- "neden biz" sorusunu sormuşluğu olmuştur her zaman. Belki de, bilincin ilk nüvelerinden birisidir bu. Ya da aksine, bilincin son aşaması yani çok büyük bir birikim sonrasında yapılacak bir soyutlamadır.  Demek istediğim, doğayı tek taraflı algılamak ve sorgulamanın ötesinde, kendini ve kendinin doğayla ilişkisini algılama ve sorgulama bir uç noktadır, ama hangi uç olduğunu bilemeyeceğim.  Zaten bu problemden ötede, "neden ben" daha doğrusu "neden biz" sorusunun yanıtını aramaya çalışacağız. Başlıkta açıkça görüldüğü gibi, gideceğimiz yolda Jared Diamond'dan yardım alacağız.

Daha önceki yazımda Jared Diamond'dan genel olarak bahsetmiştim. Özellikle Tüfek, Mikrop ve Çelik'te ve Çöküş'te insanlığın son 10-15 bin yılını kapsayan bir evreye değindiğinden de bahsetmiştim. İlk olarak Lewis Morgan'ın Ancient Society kitabında bahsettiği bu dönem, medeniyete [*] geçiş dediğimiz arpa-buğday gibi Bereketli Hilal[**] kökenli tahılların ilk önce toplayıcılığın yanında bir miktar ekilmesi, daha sonra mevsimlik yiyecek olarak ekilmesi ve en son olarak da bugün Irak-Suriye bölgelerinde kalan ilk tarım toplumları yerleşimleri dediğimiz köy-komün[***] arası yerleşimlerde tahıl ambarlarının da kullanılmaya başlanmasıyla farklı bir aşamaya girilerek mevsimlikten yıllık tarıma geçilmesi ile başlayan ve günümüze kadar uzayan bir dönemi kapsar. Tarımın bu şeklini alması, Mezopotamya kökenli medeniyetin günümüzde bile çok baskın ve birinci derecede görülen etkilerini ve karakterini sertçe şekillendirmiştir. Günümüzde ana tüketim maddesi olarak kullanılan tahılların çoğu Bereketli Hilal kökenlidir. Bunlardan arpa ve buğday örneğine bakarsak sebebi kolayca anlaşılabilir; bu bitkiler kolay ıslah edilebilirler, uygun şartlarda bir yıl depo edilebilirler ve nişasta depoladıkları başak kısımları dışında da hayvan yemi olarak saplarını bırakırlar ve bu hayvanlar da aynı zamanda toprağa verimi artıracak gübreleri bırakırlar. Bu özellikler kronolojik olarak yaklaşık 10-12 bin yıl kadar önce gerçekleştirilmiştir. Önce tahıl bitkilerinden sağlıklılar göz yordamıyla seçilerek -bilinçli seçilimle genlere müdahale, malumunuz GDO meselesi- sağlıklılar tohum olarak kullanılmış ve böylece çok kısa sürede verim ileri seviyelere çıkmış. Daha sonra ise depolama geliyor anlattığımız gibi, ve sonrasında ise artık yerleşik hayata geçmiş ama hala et için avcılık yapması gereken insanların yine Bereketli Hilal kökenli keçi, koyun, inek, eşek, at gibi hayvanların evcilleştirilmesi gerekmiştir, ve yapılmıştır da. Böylece hem gübre ile verim daha da artmış, hem de insanlar avcılık ve toplayıcılık için kaybettikleri zamanı daha farklı alanlara yöneltebilmişlerdir. Medeniyete geçiş aşaması, en azından Mezopotamya için böyle. Tabi ki Çin, Afrika, Güney Amerika, Yeni Gine, Avustralya gibi yerlerde tahıl tarımı ve bu kadar yaygın hayvan evcilleştirmesi olmadığı için durum çok daha farklı gözükse de benzer yönler çok daha fazla. Bu detaylara girmekten kaçınarak, esas meselemize dönelim. Medeniyete geçildi de ne oldu? İşte Diamond burada şimdiye kadar çizdiğimiz senaryoyu onaylayan pek çok antropologdan sonra işi devralıyor.



Günümüze ve "tarihe" yani yazılı geçmişimize bir baktığımızda, yazının girişindeki büyük trajedik olayların tekrarlandığını ve buna rağmen hepimizin bu durumları doğal olarak kabul ederek diğer hayvanlardan ve ilkel atalarımızdan üstün bir yaşam sürdüğümüzü de iddia eder durumda olduğumuz görülür. Kaçımız bundan 15 bin yıl önce dünyaya gelmek isterdi? Ya da o kadar geriye gitmeyelim, bundan iki yüz yıl önce doğru elektriğin ve içten yanmalı motorların olmadığı bir dönemde? 18. yy.'a dair belki romantik sebepler sayılabilir, ama sanırım çok azımız bir avcı-toplayıcı toplumda dünyaya gelmeyi isterdik. Çünkü günümüz dünyasında rahat, sağlıklı, kültürlü ve estetik bir hayatın keyfini sürdüğümüzü düşünürüz. Bir hayvanın peşinde ava gitmek veya her gün taze meyve ve ot toplamak gibi derdimiz yok ne de olsa. Ama Jared Diamond bizleri biraz dürterek işin pek de öyle olmadığını söylüyor.

From the progressivist perspective on which I was brought up to ask "Why did almost all our hunter-gatherer ancestors adopt agriculture?" is silly. Of course they adopted it because agriculture is an efficient way to get more food for less work. Planted crops yield far more tons per acre than roots and berries. Just imagine a band of savages, exhausted from searching for nuts or chasing wild animals, suddenly gazing for the first time at a fruit-laden orchard or a pasture full of sheep. How many milliseconds do you think it would take them to appreciate the advantages of agriculture? [1] diye meseleye girdikten sonra ekliyor Diamond: While the case for the progressivist view seems overwhelming, it's hard to prove.  How do you show that the lives of people 10,000 years ago got better when they  abandoned hunting and gathering for farming? Until recently, archaeologists had to resort  to indirect tests, whose results (surprisingly) failed to support the progressivist view.  Here's one example of an indirect test: Are twentieth century hunter-gatherers really  worse off than farmers? Scattered throughout the world, several dozen groups of so-  called primitive people, like the Kalahari Bushmen, continue to support themselves that  way. It turns out that these people have plenty of leisure time, sleep a good deal, and  work less hard than their farming neighbors. For instance, the average time devoted each  week to obtaining food is only twelve to nineteen hours for one group of Bushmen,  fourteen hours or less for the Hadza nomads of Tanzania. One Bushman, when asked  why he hadn't emulated neighboring tribes by adopting agriculture, replied, "Why should  we, when there are so many mongongo nuts in the world?" (agy, vurgular eklenmiştir).

Durup bir düşünelim. Dünya üzerinde hala avcı-toplayıcı olarak yaşayan toplumlar var ve bunlar yakın bölgelerde yaşayan tarıma geçmiş toplumlardan daha çok boş zamana sahipler, üstelik bir de yüzsüzce neden tarım yapalım ki diyorlar ! Bununla bitmiyor, aynı yazının devamında Diamond'un eklediği gibi:  While farmers concentrate on high-carbohydrate crops like rice and potatoes, the  mix of wild plants and animals in the diets of surviving hunter-gatherers provides more  protein and a better balance of other nutrients.  Günlük ihtiyaçlarından daha fazla karbonhidrat ve protein temin edebilen ve daha çok boş zamanları olan avcı-toplayıcılar; üstelik onlarca farklı tür bitki yedikleri için binyıllardır buğday, arpa, pirinç veya patates kıtlığından açlıkla boğuşan tarıma geçmiş "medeni" toplumlar gibi buhranlara alışık değiller. Aç kalabilirler, ama bir yıl boyunca değil kısa süreliğine. Yani, günümüzdeki avcı-toplayıcıların durumu sanıldığı gibi bizden daha kötü değil.

Buraya kadarki büyük alıntılardan dolayı özrümü kabul edin, fakat "modern ve medeni insanın üstünlüğü" sonucuna varan progresivist bakışın geçersizliğini göstermek için az bile. Yazının devamında da pek çok aksi kanıt görülebilir. Ama esas ilgilendiğimiz nokta, eğer gittiğimiz yol bizim varoluşumuz için en gerekli yol değilse -ki bu evrim ile çok karıştırılan bir süreçtir, bu konuda dikkatli olunmalı- neden seçtik ve bunun sonuçları neler olacaktır? Neden seçtik sorusunun cevabı çok açık değil. Dünyada tarıma geçen pek çok insan topluluğu var ve bunların geçiş zamanları da benzer tarihlere denk gelmekte. Fakat bazı çevrelerde hakim olan tarıma geçişin insan toplumlarının vazgeçilmez bir gelişim aşaması olduğu olgusu yanlıştır. Tarıma geçiş, toplayıcılığın veriminin düştüğü zamanlarda  ıslaha ve yetiştirmeye uygun bitkilerin civarında yaşayan toplulukların zorunlu veya zorunsuz olduğu kesin olmasa da geçrekleştirdiği bir aşamadır. Burada bir görüş, avcı-toplayıcı toplumların tarıma nüfus yoğunluğu olarak zorunlu olmadıkça geçmediklerini savunur. Yani, geçiş yine bir coğrafi-çevresel determinizmin sonucu oluyor. Peki ya sonuçları?

Yazının başında değindiğim gibi (güncel olarak özellikle H5N1 ve H1N1 gibi pandemik hastalıkların gündeme taşıdığı) salgın olsun olmasın hastalıklar, iklim değişimi, ekonomik buhranlar, savaşlar, açlık, işsizlik vesaire uzayıp giden bir liste hazırlamak pek hoş olmazdı. Elbette tüm dertlerin sorumlusunu bulmuş gibi indirgemeci davranacak değiliz. Fakat, günümüz medeniyetinin -ve tarihimizin elbette- bize getirdiği fakat başka toplumlarda olmayan sorunların sebeplerini bu kadar temel bir faktörde aramak çok akılcı olacaktır.

6 milyon yıllık insan evriminin son 10-15 bin yılında -ve onun evrimsel geçmişine zıt olarak- gelişen tarım ve hayvancılığın insanlığa birincil hediyesi sağlık sorunlarıdır -diğer sorunların bazılarına daha sonraki yazı(lar)da değineceğiz-. Avcı-toplayıcı toplumlara kıyasla, tarıma geçen toplumlar sağlık konusunda inanılmaz bedeller ödemişlerdir. Bir örnek için Diamond'a dönersek: Compared to the hunter- gatherers who preceded them, the farmers had a nearly fifty percent increase in enamel defects indicative of malnutrition, a fourfold increase in iron-deficiency anemia (evidenced by a bone condition called porotic hyperostosis), a threefold rise in bone lesions reflecting infectious disease in general, and an increase in degenerative conditions of the spine, probably reflecting a lot of hard physical labor. "Life expectancy at birth in the preagricultural community was about twenty-six years," says Armelagos, "but in the postagricultural community it was nineteen years. So these episodes of nutritional stress and infectious disease were seriously affecting their ability to survive."  Örnek çok açık. Tarım, sağlık için hiç de iyi değil ! Ama besleyecek çok fazla nüfusunuz varsa? İşte o zaman buna mecbursunuz. Zararlı olduğunu bile bile bir şeyi yapmak gibi. İnsanları binyıllardır kıran pek çok hastalık, evcilleştirilmiş hayvanlardan insanlara geçmiştir. Avcı-toplayıcı toplumlar hayvanlarla bu kadar iç içe olmadıkları için çok az enfeksiyonal hastalığa sahiptir. Ayrıca, tarıma geçişe kadar dayanan bazı sağlık sorunları ise hiç de enfeksiyonal değildir: obezite, stress, iskelet sistemi bozuklukları, kalıtsal hastalıklar, yüksek tansiyon ve uzayıp giden bir liste. Hepsine de çok aşinayız.  Çok beğendiğim bir düşünce şudur: insanlar evrim üzerinde tehlikeli bir oyun oynuyorlar. Normalde soyunu devam ettirme şansı olmayan (kısır olması manasında değil, örneğin bir kalıtsal hastalığın taşıyıcısı olarak) pek çok insan gelişen tıp ile bilinçli (cinsel) seçilimi atlatarak çocuk sahibi oluyor. Bu, günümüzde insanların ömrünü ve yaşam kalitesini artırıyor gibi gözükebilir. Peki bu genetik havuzdaki tahribat yeterince büyük bir boyuta gelince? İşte insanlar için tehlike çanları o zaman çalacaktır.

Tarım ve hayvancılık ilk önce köy ve kent yapılaşmasına ve çok yakın tarihlerde de devletleşmelere yol açtı. Bu genel olarak dünyanın demografisini kökten etkileyen bir gerçek. Bugün bizi biz yapan genetik birikimler bazı olasılıksal süreçler sonucunda ama en keskin olasılık bileşeni olarak ise tarıma geçişle belirlenmiştir. Ama öyle bir belirlenme ki, sayısız hastalık ile boğuşa boğuşa ve hepsine karşı bağışıklık kazanarak "yok olarak gelişen" bir süreç. Avcı-toplayıcı kuzenlerimiz çok çeşitli bitki ve hayvanlardan yararlanırken, biz genellikle bir-birkaç bitki ve hayvan türüne muhtaç binyıllar geçirdik. Kıtlık yıllarında açlıktan kırıldık. Hijyen anlayışı olmadan çok geniş toplu yaşama geçtik ve hastalıkların -tıpkı eski İstanbul yangınları gibi- yayılmasını sağladık. Bu binyıllar sonrasında biriktirdiğimiz bağışıklıklarımızla birlikte Amerika'ya -gazaya giden bir akıncı gibi !- gittiğimizde oradaki toplumlara bu mikroplarımızı da birlikte götürdük. Silahlarımızdan çok kişi öldürmüşlerdi, çünkü onları da kendimizle birlikte güçlendirecek şekilde evrimleştirmiştik -toplu yaşamın katkılarıyla-. Elbette Amerika'daki bazı toplumlar da tarım toplumuydu, ama orada Ortadoğu'daki gibi evcilleştirecek hayvanlar olmadığı için koyun veya inek yerine lama evcilleştirmişlerdi -onu da ne binek olarak ne de tarlada güç kaynağı olarak kullanıyorlardı- ve bu yüzden bu kadar çok enfeksiyonal hastalıklara alışık değillerdi.


Burada güncel bir örneğe girmek istiyorum. Bu günlerde tehlikeli olarak yayılan pandemik bir hastalık olan A gribi, namı diğer domuz gribi. Beni bu yazıyı yazmaya karar verdiren bir başka blog yazısının [2] konusunu oluşturan domuz gribi ve medeniyete geçiş meselesini ondan da faydalanarak mercek altına almak istiyorum. Yazıda değindiği gibi, hayvancılık öncesi insan ve evcilleştirilen -bizlere enfeksiyonlarını hediye eden- hayvan nüfuslarını bilmek zor. Fakat evcil hayvan nüfusu arttıkça beslenme, giyinme, taşıma gibi konularda da ilerleyen insanların nüfusunun artacağı; insan nüfusunun arttıkça hayvan nüfusunun da artacağı açık. Klasik "dünyadaki inekler atmosferin sıcaklığını 2 derece artırıyor" geyiği bir yana, salgın hastalıkların durumunu, dünyanın "fethedilmesi"ne kadar gidecek olan yayılmayı ve bunun doğa ve insan toplumu üzerindeki etkilerini şöyle kısaca tahmin etmesi zor değil. Yazıda en sevdiğim kısım cümle şöyle diyor: "If you are a hunter-collector and are sorry for being infected by a murder pathogen from, let’s say, monkeys, you can be comforted if you are aware that a tribe with more than 50 people will die altogether, or become immune to it very quickly. And probably the sickness will stay right there because those poor people rarely have contact with other groups. Everything changes completely when we have dense populations of animal raisers and agriculturists inter-linked by trading routes and constant extra-tribal interaction. Nowadays even murder pathogens may benefit from the population critical mass, spread to one or more whole continents and cause too much damage, a fact that was very unlikely to happen in the pre-taming period."(agy.) İşte domuz gribi de, hayvancılığın yalnızca bir sonucudur. Bu yüzden, öngörülen ve hiç de şaşırtıcı olmayan -ve hiç de tanrının gazabı olmayan- bir gerçektir. Salgın hastalıkların hepsi için durum özetle budur. Jared Diamond buna "insanlık tarihinin en büyük hatası" diyor.

Bir sonraki yazıda "medeniyet"in sosyal etkilerinden daha çok bahsetmeyi düşünüyorum. Fakat bu kısma giriş olarak Jared Diamond'un Çöküş kitabı üzerine yaptığı kısa bir konuşmayı buraya eklemek istiyorum. Böylece hem onun üslubunu görmüş olacaksınız, hem de harekete geçmek konusunda biraz daha şevk kazanacaksınız umarım. İnsanlık tarihinin en büyük hatasının, o hatadan çok da geç değil, birkaç bin yıl sonra farkına varan insanlardan biri olmak isteyenler için özellikle kesinlikle tavsiye ediyorum.


Why Societies Collapse? (Altyazılar kısmından Türkçeyi seçiniz)



[*] Yazı boyunca medniyet, medeni, medeniyete geçiş kavramları avcı-toplayıcılıktan tarıma ve daha sonra şehir yaşamına geçen insan toplumları ve bu süreç ile ilgili olarak kullanılmıştır. Olumlu veya olumsuz bir anlam taşımamakta, avcı-toplayıcı toplumları olumsuzlamamaktadır.


[**] Bereketli Hilal (Fertile Crescent):  Mezopotamya, Doğu Akdeniz ve Mısır'ı kapsayan ve uydudan bakıldığında dahi yeşilliği ile bir hilali andıran bereketli bölgeye verilen ad. Bkz: http://en.wikipedia.org/wiki/Fertile_Crescent  ve http://www.bible-history.com/maps/maps/fertile_crescent.jpg

[***] İlkel toplumlarda kabilelerin (gens) bir arada yaşadıkları yapı-kurum. Bir örneği geçen yıl Peru-Brezilya sınırında bulunan ve medeniyetle daha önce temas kurmadığı tahmin edilen üst avcı-toplayıcı toplumun şu fotografından görlebilir: http://i.dailymail.co.uk/i/pix/2008/05/29/article-1022822-016B054900000578-659_468x314_popup.jpg


[1] The Worst Mistake In The History Of The Human Race,  Jared Diamond, Discover-May 1987, s. 64-66

[2] Bu blogda H1N1 ile ilgili detaylı bilgiler de bulabilirsiniz: http://blog.h1n1.influenza.bvsalud.org/en/2009/09/14/influenza-a-h1n1-guns-germs-and-steel/
Paylaş