"Why cannot we write the entire 24 volumes of the Encyclopedia Brittanica on the head of a pin?" demişti Feynman ünlü konuşması "There is Plenty of Room at the Bottom"da. [*] Bu cümlede elbette ki yarıiletken elemanların küçük boyutlara indirilmesinden çok, Brittanica'nın tüm nüshalarının nano ölçekte materyal yüzeylerine yazılabileceğinden -yani matbaada kitap basar gibi- bahsediyor. Üstelik şöyle bir kaba hesabını yaptığı şekliyle tek bir harfin 1000 metal atomundan oluşacağı şekliyle bu mümkün gözüküyor, ve dediği gibi eğer yazabiliyorsak okumak da mümkün. Konuşmanın ilerleyen kısımlarında, özellikle "Miniaturizing the Computer" bölümünde ise bugünün elektronik ve "kompüter" teknolojisinin temeli olan IC (integrated circuit, tümleşik devre) örneklerinin daha yeni yeni görüldüğü fakat daha "mikroelektronik" diyebileceğimiz kadar küçük boyutlarda bile olunmadığı bir tarihte yani 1959 yılında günümüz dünyasının portresini ne kadar açık şekilde çizdiğini görebiliyoruz.
Feynman'ın bu kadar küçük boyutlarda veri yazma ve okuma için yaptığı öneriler ise bugünün mikroelektronik teknolojisi günlük hayatının bir parçası olmuş sıradan insanlar için bile yabancı gelmeyen, kullandığımız pek çok tekniğe o kadar benziyor ki, sanki zamanda ileri gelip bu günleri görmüş gibi. Bir örnek vermek gerekirse, elektron mikroskobundaki merceği ters çevirip bir kaynaktan çıkacak iyonları küçük bir alana odaklayarak veri yazılmasını öneriyor üstünkörü bir şekilde. Bugün yarıiletken üretim teknikleri olarak yayıgınca kullanılan iyon katkılama ve fotolitografi işlemleri aşağı yukarı bu mantıkla uygulanmaktadır. Feynman'ın 1000 atomdan söz ettiği bu konuşmadan -ki bununla yetinmiyor elbette, bu bile azdır diyor- 50 yıl kadar sonra, bugün biz bir atom genişliğinde ve on atom uzunluğunda tranzistorlar yapabiliyoruz. Yani şöyle bir düşününce, hareketsiz bir yazı değil, fonksiyonel bir elemanı inanılmaz boyutlara düşürmüş durumdayız. Üstelik, bu bile ihtiyacımızı karşılayamıyor, doğanın cömertliğine sığınıp "daha da aşağıya" bakıyoruz.
How do i know then?
Burada amacım "Feynman da büyük adamdı, gitti dağ gibi yiğit" diye bir kişiye takılıp kalmak veya "elektronik teknolojisi de yaman gelişti" demek değil. Bunun yerine, bugün bizlere çok zor gelen bazı düşünceleri üretebilen Feynman gibi insanlara, ki bunların bir kısmına değineceğim ileride, hayranlık beslemekten öte onların ortalama bir insandan farklı bir kapasiteye sahip olmamalarına rağmen bu düşünceleri üretebilmelerindeki kerametin doğaya ve bilime bakışlarında yattığını anlamak yerinde olacaktır. "In the year 2000, when they look back at this age, they will wonder why it was not until the year 1960 that anybody began seriously to move in this direction." diyor Feynman konuşmasında, fakat biz 2000'li yılların insanları olarak 1960'larda bu "düş"ten bahsedenin diğerlerinin değil de Feynman olmasının bir tesadüften öte olduğunu biliyoruz. Konuşma metninin tamamı okunduğunda net olarak farkedeceğimiz şekilde, ve yazıda iki kere söylediğim gibi, sanki bu günün dünyasını görüyor Feynman. Ama bu şekilde bakmak, romantik bir hayranlığın yanılsamasından öte olmayacaktır. Feynman'ın gördüğü "tek dünya" vardır. O, hepimizin gördüklerini görmüştür, hatta belki biraz daha azını, ama asla daha fazlasını değil. Fakat, algı ve düşünce konusunda bu kadar ileri olmalarının sebebi nedir? Schrödinger'den alıntılamak gerekirse, "The task is not so much to see what no one else has yet seen, but to think what nobody has yet thought about that which everybody sees."
Bunun sebebi açık şekilde iradi algının olayları olduğu gibi görmeye şartlanması ve olayları birtakım kurallara bağlı olmak zorunda gibi değil, tüm kural ve sistemlerden arındırarak kavrayıp onlardan kural ve sistemleri çıkarma sürecidir. Yegâne doğa bilimi olan fizik, matematik dediğimiz modelleme sistemi gibi herhangi bazı aksiyomların üzerine inşa edilmiş değildir. Olaylar, "bizim" matematiğimizden ve fizik birikimimizden bağımsız şekilde vardırlar ve var olacaktırlar. Eğer biz de bu gerçeği, yani algının esasen evren içerisinde onu algılayan bir devingen parça olduğunu ve bu haliyle olayları kavrayıştaki kusurun ve tüm "şey"lerin ayrık gözükmesinin sebebinin de algı olduğunu baştan kabul eder, buna göre evrenin ve algının doğasına paralel olarak kendimizi bazı sabitlere -burada sabit, referans noktası manasında değildir, her algının bir referans noktası vardır ve her algı için bu değişebilir- bağlamazsak şu veya bu "büyük adam"ın kavrayabildiği ve düşünebildiği şeyleri bizim de kavrayıp düşünebilmemiz işten bile değildir.
Burada karmaşık ve anlaşılmaz olması pahasına, yukarıda bahsettiğim "algının doğası"na birazcık değinmek istiyorum. Bizler çoğu zaman evreni kusurlu, kaotik bir yapı olarak algılamaya şartlanmış durumdayız. Bu elbette ki doğal, çünkü entropi dediğimiz fenomene göre bile bakarsak, evrenin "devinim"siz ve "değişim"siz var olması mümkü değil. Bunlar evrenin temel özelliklerindendir. Fakat ya işin algı tarafı? O, sandığımız kadar kusursuz mu? İşte buraya geçince iş değişiyor. Evrenin devingenliğinden dem vururken algımızı mutlak ve hatasız referans kabul etmemiz yaptığımız en büyük hata ve körlüktür. Algı, kendisi bazı fiziksel fenomenlerin birleşimi olarak dahi evrenin bir parçası olup, tıpkı onun gibi her an hareket ve değişim halindedir. Nasıl ki elektronların herhangi bir anda herhangi bir yerde olmaları bazı olasılıklar içeriyorsa, algımız da bazı olasılıkların -yani bizden öncekilerin ve bizim anımızın- birikimiyle şekillenen ve kesinlikle referans olamayacak kadar değişken bir yapıdır. Şu halde, neden o veya bu olasılık fonksiyonundan üzerimize yapışmış "şey"leri değişmez gibi kabul edip evreni olmadığı şekliyle algılamaya zorluyoruz?
[*] http://www.zyvex.com/nanotech/feynman.html
0 yorum:
Yorum Gönder