Bu aralar önüme sıkça bu meseleler çıkıyor. Daha doğrusu kafamı kurcalayan pek çok meselenin altından çıkıyor demeliyim. Geçenlerde GE sağolsun şöyle güzel bir konuşma dinleme fırsatım oldu. Konuşmanın genelinde 19 yy. kapitalizminin "mekanik" mantığı olan "ödül-ceza" motivasyonunun insana ve amacına hiç de uygun olmadığını tekrarlıyor ve çözüm önerileri getiriyor. Zaten Deniz'le bu mesele hakkında çok kereler konuşmuş birisi olarak, bizim gibi düşünen birilerinin, üstelik bunu bilimsel bir metodla -ah şu bilimsel metod !- herkesin gözünün önüne sermesi, genel olarak open source, GNU/GPL ve özelde wikipedia gibi örneklerle görmek istemeyenlerin bile gözüne sokması muhteşem olmuş.
Tezimiz o ki: insanın -ve genel olarak yaşamında öğrenmenin yoğun olarak bulunduğu canlıların- doğasına en uygun öğrenme biçimi, klasik manada usta-çırak ilişkisi dediğimiz biçimdir. Bu biçim, ustanın taklidi ve aynısı olmak değil, aksine, meseleyi kendi bakışın ile kavrayıp kendine özgü bir üreticiliği ustanın gözleminde kazanmayı içerir. Aslında çok parlak bir fikir. Günümüzde insanlara çok "otantik" gelmesi lazım aslında diyorum, ama ne yazık ki metodun eskiliği onun kendisini "klasik ve kaba" ama ürünlerini "otantik" yapıyor. El işi halılardan tutun astronomik ücretli katanalara kadar bu klasik üretimli ve her biri diğerinin aynı olmayan -kahrolsun standardizasyon !- bu ürünler, kullanım değerinden çok daha büyük bir değişim değerine (fiyat - pazar değeri) sahip oluyor. Meselenin bu kısmı bir miktar meta fetişizmi[*] kavramına dahil olmakla birlikte, biz daha çok meta fetişizminin de kökeninde yatan yabancılaşmaya yoğunlaşalım ve bunu alışılan iktisadi biçimde değil de eğitim alanına uygulayarak yapalım, daha sonra sonuçlarını değerlendiririz.
Sosyal meselelerde tanımları -bakışı mekanikleştirdiği için- pek sevmesem de, yabancılaşma tanımlanmaya değer bir kavram. Yabancılaşma, genel olarak insanın doğaya yabancılaşması, yani maymunluktan insanlığa geçiş, insan oluş ve biyolojik-coğrafik etkenleri kırmak için sosyalleşme-toplumlaşma olarak tanımlayabileceğimiz birinci durum; ve 16. yüzyılda İngiltere'de kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte ortaya çıkan; insanın emeğe yabancılaşması veya insan emeğinin yabancılaşması olarak gözlemlenen ikinci durum gibi iki farklı durumda karşımıza çıkabilir. Birincisi, daha önceki yazılarımda üzerinde durduğum ve bir miktar kafa yorduğum pek çok farklı aşamayı içeren bir mesele, fakat bu yazının konusu dışında kalıyor. İkinci yabancılaşmamız ise, yukarıdaki tanımda bir miktar eksik tanımlanmış kalıyor. Çünkü, emeğin yabancılaşması demek meseleyi salt iktisadi bir boyuta hapsetmektir. Kapitalizmin ruhunun büyük bir parçasını teşkil eden bu yabancılaşma, esasında onun sosyal tüm boyutlarında yansımasını buluyor.
Dünyanın en tembel öğretmeni adlı yazıda çok net görüldüğü üzere, bu yabancılaşmanın bir diğer boyutu da eğitimdir. İlk yabancılaşma dediğimiz "insan toplumunun oluşumu"ndan 19. yüzyıla kadar işlerin usta-çırak ilişkisiyle yürüdüğü, Antik Yunan'ın o müthiş bilginlerinden çok yakın dönemde yaşamış pek çok "deha"nın böyle bir eğitimin sonucunda bu dehalarını elde edebildikleri, daha doğrusu var olan potansiyeli ortaya çıkarabildikleri şaşılacak bir durum değil. GE'nin not ortalaman kaçtı? başlıklı yazısında -çevirisinde daha doğrusu- görüleceği üzere, günümüzde hiçkimsenin doğruluğunu sorgulamadığı -hemen hemen- kalabalık sınıf, ortalama eğitim ve ortalamaya göre konumunu belirten -güya !- not temelli sistemin aslında yaptığı tek şey, eğitimi en olmaması gereken bir duruma sokmaktan ibaret.
Olay çok basit. Bir eğitim veriyorsunuz. Bu durumda eğitimi veren kişi, eğitimi alan kişinin gerekli eğitimi aldığını ya onaylar ya onaylamaz -can simidimiz Aristo mantığı-. Yani olay gerçekten var-yok meselesidir bana göre burada. Ya eğitim alınmıştır, ya alınmamıştır. Ama bu, "var" ise her şeyi biliyor "yok" ise hiçbir şeyi bilmiyor değil, makul şartlarda eğitimin tamamlanması yani bir "mezuniyet" durumunu kastediyorum. Fakat, ben eğitimi verdim ama şu konunun yüzde bilmem kaçını yapıyor bilmem kaçını yapamıyor diye bir durum olamaz. Çünkü, zaten bunu böyle bir klasifikasyona sokacak kadar iyi ve diğer tüm değişkenlerden bağımsız ölçemezsiniz -burada yazar sınav sistemine taş atıyor-, üstelik böyle bir derecelendirme yapsanız dahi bu o kişinin o eğitimi aldığı anlamına gelmeyebilir, ki aksine o derecelendirmede verdiğiniz derecenin çok üzerinde bir durumda da olabilir. Yani, sınav-not sistemi hiçbir şeyi belirleyemez.
Gelelim GE'nin yukarıda belirttiğimiz yazıdan çevirdiği kısmına. Notlar insanları teşvik etmez. Notlar insanları yabancılaştırır. Bir öğrenci, sınıfın ortalamasının üzerinde olmak gibi bir amaçla sınava çalışırsa, o derse tamamiyle, bir parça bile istisna olmaksızın tamamiyle yabancılaşır. Burada Marx'ın tanımladığı iktisadi yabancılaşma ile öğrencinin bu yabancılaşmasının paralelliğine değindikten sonra ortak kaynağa inebileceğiz. İktisadi yabancılaşma, işçinin ürettiği metaya yabancılaşmasıdır. Bunu çok net şekilde Ford'un seri üretim bandını "keşfetmesi"nden sonra görsek de, kapitalizmin ilk aşamalarından itibaren görülmektedir. Marx'ın anlatımıyla:
"Emek nesnesinin yabancılaşması, emeğin etkinliğinin kendi içinde, yabancılaşmanın, yoksunlaşmanın özetinden başka bir şey değildir.
Peki, emeğin yabancılaşması neye dayanır?
İlkin, emeğin işçinin dışında olması, yani onun özüne ilişkin olmaması, demek ki, emeğinde, işçinin kendini olurlamayıp yadsıması, mutlu değil mutsuz duyması, özgür bir fizik ve entelektüel etkinlik göstermeyip bedenine ve tenine eziyet etmesi olgusuna. Sonuç olarak, işçi ancak çalışmanın dışında kendi kendisinin yanında olma duygusuna sahiptir, ve çalışmada, kendini kendi dışında duyar. Çalışmadığı zaman kendi evinde gibidir, ve çalıştığı zaman da kendini kendi evinde duymaz. Öyleyse çalışması istemli değil, ama istemsizdir, zorlama çalışmadır. Öyleyse bir gereksinmenin karşılanması değil, ama sadece çalışma dışındaki gereksinmelerin bir karşılama aracıdır. Emeğin yabancı niteliği, fizik ya da başka bir zorlama ortadan kalkar kalkmaz, çalışmadan veba gibi kaçılması olgusunda açıkça görünür. Dışsal emek, insanın içinde kendine yabancılaştığı emek, bir kendini kurban etme, bir onur kırılması çalışmasıdır. Son olarak, emeğin işçiye dışsal niteliği, onun işçinin kendi öz malı değil, ama bir başkasının malı olması, işçiye ilişkin olmaması, işçinin emekte (çalışmada) kendine değil, ama bir başkasına ilişkin olması olgusunda da görünür. Dinde, insan imgeleminin, insan kafasının ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytansal yabancı bir etkinlik olarak etkili olursa, işçinin etkinliği de, tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına ilişkindir, kendi kendinin yitirilmesidir bu etkinlik.
Bundan şu sonuca varılır ki, insan (işçi) artık kendini ancak yemek, içmek ve çoğalmak gibi hayvanal işlevlerinde, bir de olsa olsa konutta, süste, vb. özgürce etkin duyabilir, insan işlevlerinde ise ancak hayvanlığını duyar. Hayvanal insanal, ve insanal da hayvanal durumuna gelir.
Gerçi yemek, içmek ve çoğalmak da gerçek insanal işlevlerdir. Ama, insanal etkinlikler alanının üst yanında soyut olarak ayrılmış ve böylece son ve tek erek durumuna gelmiş biçimde, hayvanal işlevlerdirler. " (Karl Marx, 1844 Elyazmaları, s. 156-157 - Vurgular eklenmiştir)
Burada özellikle vurguladığım kısımda görüyoruz ki, günümüz "seri üretim bandı" halindeki eğitim sistemi de, kapitalizmin ruhu, daha doğrusu ruhsuzluğunun bir ürünü olarak, eğitim sürecinin bir kendini yadsımaya, özgür bir entellektüel varlık göstermeyi imkansız kılmaya yönelik bir yabancılaşma sürecinden başka bir şey değildir. Nasıl ki genel olarak insan emeği insan doğasından -var oluşundan- kaynaklanmakta ve usta-çırak ilişkisi ile gelişen bu üretim yordamları kapitalizmle birlikte emeğin insanın özgün ürünü olmasına yabancılaşmasına dönüşmekteyse; genel olarak insan doğasının bir parçası olan merak ve bilme isteği ile doğan bilim ve onun aktarımı eğitimin yine aynı şekilde insanın merağına ve özgür fikirsel üretimine yabancılaştığını söyleyebiliriz. Bilimciler için durum biraz istisnai olsa da; eğitimciler, sınav yaptıkları ve kalabalık sınıflarda doğru dürüst bir geri dönüş almadan, kör bir şekilde çok ciddi entellektüel bir bilgi aktarımı gereken meseleleri bile ortalamaya indirgedikleri oranda kendilerini yadsırlar. Eğitim görenler, öğrenciler de aynı şekilde, o kalabalık sınıfların, yani seri üretim bandlarının o veya bu köşesinde, üzerinde durmaları gereken entellektüel meselenin derinliği ile hiç ilgilenmeden o veya bu şekilde o üretim bandının kalite kontrol standartlarından (sınav ve notlandırmalardan) geçebildiği oranda kendisini eğitimden soyutlar, ve bir eğitim alan olarak kendisini yadsır. Eğitim alan da eğitim veren de, sınıf -ders- meseleleri dışında özgür hisseder. Az veya çok bir fikir üretimi olan eğitimci, sınavları zevksiz bulur; öğrenciler için ise bu çok daha yaygındır. Kısacası, bu eğitim üretim bandı, kapitalizmin "entellektüel olarak özgür" bireylere değil, daha sonra meta üretim bandında o veya bu noktaya yerleştireceği ama 19. yüzyıldaki işçilerden çok daha kompleks işçler için ihtiyaç duyduğu -son zamanların moda deyimiyle beyaz yakalı işçiler- için yarattığı bir durumdur. Böylece en vahşice askeri teknolojileri geliştirecek mühendislerin vicdani hiçbir sorgulama olmadan bu işi yapabilmesinden tutun da kime neye nasıl hizmet ettiğini bilmeyen "dahi ekonomist, borsa maniplatörü" iktisatçılara kadar pek çok çelişkili ve kendini yadsıyan "entellektüel" işçi üretebilir. Evet, kapitalizm bu eğitim üretim bandıyla, tam istediği işçileri üretmekten başka bir iş yapmamaktadır, ve üretim bandı mantığının hakkını verircesine, gereğinden fazla üreterek yarattığı "kıtlık" ortamında, bunca fiziksel ve fikirsel işkenceye uğramış bu işçilerin kendi kapısında iş için yalvarırcasına kuyruklar oluşturmasını da sağlamaktadır. Üstelik bu gereğinden fazla, çok çok fazla üretim; hemen hemen herkesin bu "üretim bandı"na girip bir kademe üstte, aristokrat bir işçi (!?) olabilmek için de tek tek saçma pek çok duruma girmesine sebep olmaktadır.
Türkiye örneğine bakalım, çünkü her zaman en kötülerden başlamak iyidir. Anaokulundan itibaren çok büyük bir oranda çocukların -ki buradaki oran, çocuğunun böylesi bir durumdaki masraflarını karşılamaya cesaret edebilen işçi, köylü ve küçükburjuvaların yani emekçilerin genel nüfusa oranınından gelmektedir- inanılmaz bir zihin tahribatına ailenin çok büyük bir istek, baskı ve yönlendirmesiyle maruz bırakıldığını görüyoruz. İlkokul birinci sınıftaki kuzenimin diğer çocuklardan önce okumayı söktürülmeye çalışmasından tutun da saymada sınıf birincisi olmaya yönelik aile baskısıyla gece 12'lere kadar ödev yapması gibi saçmalıklara kadar pek çok örnekle artık mide bulandırıcı boyutlara geldiğini çok yakından görebiliyorum bu durumun. Ama o kadar da uzağa gerek yok, biz hepimiz yıllarca dersane gerçeğinin içinde işkenceye maruz kaldık ve okulda olsun dersanede olsun ve yer yer -ailenin bütçesi müsaade ettiği oranda- özel öğretmen vasıtasıyla olsun zihinlerimiz sistemli bir şekilde tahrip edildi. Matematiğe, fiziğe ve kimyaya yabancılaştık. Bu tahribatın yüksekliği oranında zor gelen ama bir şekilde, ailesinin özgür bırakması veya öğretmenlerinin yaklaşımı olabilir, bu tahribattan kaçınıldığı oranda kolay ve saçma olan sınavlarla lise ve üniversitelerdeki konumlarımız belirlendi. Üniversitede, üniversiteyi yadsıyacak her türlü saçmalığın, fotokopicideki ders notları ve çıkmış sorulardan kopyaya kadar her türlü rezilliğin normal karşılandığı bir ortamda "güya" bilimsel bir eğitim alıyoruz. Ama ne bilimsel ! Bilmem kaç bin kitap bulunan kütüphanede eğitimi alınan disipline ait bilmem kaç bin kitap bulunabilecekken o disipline dair okunacak tek şeyin bir "çancı"nın tuttuğu ders notları olan öğrenciler yetiştiren, yani yukarıdaki yabancılaşmanın içini tam dolduran ve o konuya tamamiyle yabancılaşarak kendi öğrenciliğini yadsıyan öğrenciler yetiştiren bir bilim yuvası ! Üstelik, "biz her ilimize bir üniversite açacağız hamdolsun" gibi siyasi rant söylemleri ile "genişçe bir arazi bulunca üzerine üniversite kondurmak otel açmaktan daha kârlı" gibi ekonomik rant söylemleri arasında üniversite ve dolayısıyla özel lise, dersane, test kitabı hazırlayan otomat yayınevleri ile birlikte bu üretim bandından geçecek insanların artması gibi durumların saçmalığına "bizim zamanımızda öğrenciler böyle değildi, siz çok tembelsiniz"den başka diyecek bir sözü olmayan, burnunun önünü göremeyen bir intelijensiyaya sahip bilim yuvası. Üniversite, günümüzde manda tezeği kadar ağır bir sözcük ama, bir o kadar değersiz.
Şükür ki mühendislik eğitimi alıyorum ve kapitalizmin kendine eleman yetiştirmek için insanlar üzerinde yaptığı "deneysel çalışma"ları çok net ve yakından görebiliyorum. Bu durumun çelişkisi ise, kendimin bu deneysel çalışmalardan kaçamıyor olmam. Kapitalizm içinde kapitalizmi yaşarsın, buna mecbursun. Ama durumum, denizin içinde yaşayan ama denizi bilmeyen, yani şairin dediği gibi "ol mâhiler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler" biçiminde değil en azından. Fakat bu, insanın omzuna bu saçmalığın üzerinde ufak ya da büyük bir değişiklik yapmak için çaba sarf etme sorumluluğu yüklüyor. Sorunu anlamak bir başlangıçtır, sonraki aşama için Marx'ın dediği gibi; "Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır, oysa sorun onu değiştirmektir".
[*] Meta fetişizmi, Karl Marx'ın Kapital'de detaylıca açıkladığı biçimiyle bir metaın pazarda kullanım değerinden -nitelik- farklı bir değişim değeri -fiyat- alması durumudur. Burada mesele, metaın toplumsallaşması ve toplumsal bir değer ifade etmesi meselesidir. Meta, üretilirken bir üretim değerine sahiptir, yani ona harcanan emeğe ve zamana. Pazara girerken, bir kullanım değerinden ücretlendirilmesini beklersiniz, yani o metaya olan talebe bağlı bir değişim değeri almasını. Fakat, metaın toplumsal konumu bu değerden bambaşka bir değişim değeri karşımıza çıkartır. Klasik bir örnekle, o veya bu marka bir pantolonun üretimi için gereken süre veya el emeği aşağı yukarı aynı olsa da örneğin bir Levi's pantolon, üstelik işçi ücretlerinin çok düşük olduğu Güney Doğu Asya ülkelerinde üretilmesine rağmen, başka pek çok pantolondan daha pahalıdır. Çünkü Levi's tek başına bir kalite/keyfiyet belirtmez, aynı zamanda toplumsal bir değere -keyfiyete/niteliğe- sahiplik belirtir. Tüm bunlar, yazıda da göstereceğimiz yabancılaşmanın sonucu oluşmaktadır.