people

bir garip üçüncü şempanze

Introspection and preserved writings give us far more insight into the ways of past humans than we have into the ways of past dinosaurs. For that reason, I'm optimistic that we can eventually arrive at convincing explanations for these broadest patterns of human history. [1]
Geçenlerde bir yazımda Jared Diamond'a atıfta bulunmuştum. Daha sonra birkaç farklı yerde de konusu açılınca Jared beyefendi hakkında birşeyler yazma ihtiyacı hissettim. Ama bu hissiyat, önümdeki konunun büyüklüğü altında ezilme korkumu da içermektedir. Beklentileri karşılayabilecek seviyede olacaktır umarım.

Efendim Jared Diamond bir bilim insanı. Gerçi kendisine yok fizyolog yok jeolog gibi branşlar biçseler de, benim yalnızca bilim insanı makamında gördüğüm ve o makamı dolduran genişlikte bir insandır zat-ı şahaneleri. Üstelik bunlar içinde doğa bilimlerinden çok sosyal bilimlere yakın görmekteyim kendisini. Antropoloji ve sosyolojinin önünü açan tezlere sahiptir.

Kendisi bu aralar akademi çevreleri veya Rusların o sevdiğim -ortamın kasıntı pozlarını iyi yansıttığı için- terimiyle intelijensiyada, popülerleştiği için pek sevilmemekte diye duyumlar aldım. Eh akademik çevrelerin kıskançlığı meşhurdur. Hele ki "yukarıdaki" veya "yukarılardaki"lere yaranmadan yalnızca kendi merak ve zihninin ürünlerini kamunun önüne serip "işte ürünlerim bunlardır" diyen fikir insanlarının kıskanılma popülerliği sanırım ki okunma popülerliğinin misliyle tutar. Neyse, bu elit akademisyen mösyöleri bir kenara bırakıp Jared Diamond'a geçersek; kendisinin popülerliği, sosyal meselelere kafa yorup ve bunları sosyal bilimci de olsa bilimcilere bırakılamayacak kadar değerli görüp popüler bilim kitapları olarak neşretmesinden kaynaklıdır. Pek çok ödül almış olan bu kitaplar kronolojik olarak Üçüncü Şempanze, Seks Neden Keyiflidir?, Tüfek, Mikrop, ve Çelik, ve Çöküş'tür.

İlk kitabı olan Üçüncü Şempanze'de insanın bilinen iki şempanze türüyle olan genetik ve sosyal yakınlığından dolayı şempanze olarak kategorilendirilmesi gerektiği fikri üzerinde durulmakta. Daha sonra ilginç bir konuya geçmiş görüldüğü üzere Jared Diamond, genel olarak cinsiyetlerin oluşumu, mücadelesi, seksin hayvanlardaki kökeni gibi konulara değinilen  ve özelde insan cinselliğinin evrimi diyebileceğimiz bir konusu olan bir kitap. Bu iki kitapta da "signalling theory" [2] diye evrimsel biyolojinin eğlenceli bir oyun bahçesine de bir miktar giriyorlar ki ileride bu konuya da değinmeyi düşünüyorum (işaretlerle uğraşan bir mühendisin bakış açısından ilginç olabilir değil mi?). Burada kronolojiyi bozarak son kitap Çöküş'e de kısaca değineceğim. Coğrafya-evrim-sosyoloji ilişkilerinin kurulduğu ve temelde "toplumlar niye çökmüş, çöküyor ve bizim toplumumuz çökecek mi, çökecekse niye?" soruları ve sorunları üzerine yazılmış kitapta Diamond'un her zaman en önemli gördüğü coğrafyanın toplumların kaderlerine nasıl etki ettiğini görebilirken farklı coğrafyalarda temeli atılmış ama başka coğrafyaya göçmüş toplumların orada o bölgenin yerlileri ile kıyasla karşılaştıkları sorunlar gibi çok detaylı incelemelere girilmiş. Ayrıca güncel bir sorun olan küresel iklim değişimini coğrafya-toplum ilişkisinin dengesizleşmesi olarak ele alan Diamond tarihten çıkardığı sonuçlarla sonuçta doğanın kendi yolunu bulacağını ve bu olayı (insanlar için) tatlı veya tatsız şekilde halledeceğini belirtiyor. Bu yüzden bu kitabı diğerlerine göre çok daha aktivist olarak kabul edilebilir. [*]

Ve sonra geliyoruz benim baştacım olan Tüfek, Mikrop ve Çelik'. Diamond'un Yeni Gine'ye kuşları gözlemlemek için yaptığı seyahatinde yerlilerle kurduğu iletişim ve onlardan birisi olan Yami'nin "neden beyaz adamın bu kadar çok kargosu [**] var da bizim çok az var?" sorusu üzerine düşünmesiyle başlıyor her şey -belki de ilgi çekici bir giriş için bir miktar kurgu olabilir bu başlangıçta-. Diamond yıllardır temasta bulunduğu bu yerli toplum ile  kendi modern toplumunu zaten ufak ufak ayrık kıyaslamalara tutmuşken bu soru çok temelden konunun bütünlüğü üzere yoğunlaşmasına sebep oluyor. Bu yüzden -her zamanki çalışma şekliyle- çeşitli medeniyetleri kıyaslamak için tarihte geriye sararken farklılıkları en çok etkileyen faktörleri bulmaya çalışıyor.

Aslında çok miktarda da bulsa da, kitabın adındaki gibi "tüfek, mikrop ve çelik" olarak diğer tüm başlıkları kapsayan üç ana kalemde topluyor bunları. Ama isimlendirme aldatıcı olmasın;, temelde hepsinde coğrafyanın bu başlıklara yansıyışı var. Örneğin mikrop [germs] başlığı coğrafi determinizm altında tarımı ve hayvancılığı sebep olduğu hastalıklar ve bakımından kapsıyor [3]. Yahut tüfek [orjinalinde guns] başlığı aynı zamanda evcilleştirilmiş atlardan tekerleğe, baruttan zırhlara, ve yine mikroplar ile taş baltalara kadar medeniyetin farklı iki yüzünün avantaj-dezavantajları var (evet her zaman beyaz adam avantakjlı değil). Bu inceleme ise ayrı ayrı normal gözüken şeylerin birbiriyle ilişkilerinin kurulmasının ardından çok ilginç ve önemli sonuçlara götürüyor bizleri. Örneğin (daha önceki bir yazımda değindiğim gibi) yeryüzünde kurulmuş tek medeniyet Avrasya [Diamond'un deyimiyle] medeniyeti değildir. Amerika, Yeni Gine, Orta Afrika, Yeni Zellanda ve Avustralya gibi (ki adını saymadığımız onlarcası var) pek çok medeniyet "ekolü" var olmuş. Tabi burada kitabın adındaki tüfek, mikrop ve çelik bize nasıl da Batı koloniciliğinin nicel zayıflığına rağmen tüm bu medeniyetleri domine edebildiğini veya  Orta Afrika örneğinde olduğu gibi nasıl tam tersi şekilde hezimete uğradığını gösteriyor. Bir diğer önemli sonuç ise, Friedrich Engels'in de daha önce ortaya koyduğu gibi, insanlığın yüzbinlerce yıllık geçmişinin yalnızca son on bin yılının tarım ve sonrasında gelen medeniyet savaşlarıyla geçtiği.

Jared Diamond'u coğrafi determinizmi çok abarttığı, çok mekanik olduğu, genetiğe çok önem vermediği (yani ırkçı olmadığı) ve üstü kapalı şekilde medeniyeti yadsıdığı gibi sebepler ortaya atarak eleştirenlerin az olmadığını söylemiştik. Fakat kendisi o büyük mütevazılığıyla günümüz medeniyetinin en iyi ve en üstün medeniyet olmadığı ve hatta pek çok yönden zayıf ve mantıksız olduğu sonucuna çıkan araştırmalarının arkasında durarak güncel problemlerimizin kökenlerine ışık tutma yolunu seçiyor. Bu yazıyı çok fazla uzatmamak açısından burada kesiyorum, ama bir sonraki birkaç yazım küresel iklim değişimi, domuz gribi gibi günümüz sorunları ile Jared Diamond'un teorileri üzerine olacak. Daha sonraki bir tarihte ise, Jared Diamond ve diyalektik materyalizm üzerine bir yazı planım var ama onun için çok daha etraflı bir çalışma gerekecek gibi gözüküyor.

[*] Ne yazık ki bu üç kitabı da henüz okumadım. Fakat Diamond'un bu konularda kitaplarla paralel olarak yazdığı bazı makaleler ve yaptığı konuşmalar ile kitap hakkındaki incelemelerden edindiğim bilgilerle kısa bir bilgilendirme yapabiliyorum. İleride her birini okurken bir "okuma güncesi" olarak buraya yansıtmak gibi bir fikrim de var açıkçası.

[**] Yeni Gine yerlilerinin eşyaya verdikleri isim, kolonileşme döneminde uçak ve gemiyle gelen eşyalara kargo denilmesinden dolayı

[1] http://www.edge.org/3rd_culture/diamond/diamond_p6.html
[2] http://en.wikipedia.org/wiki/Signalling_theory
[3] http://en.wikipedia.org/wiki/Smallpox#History
Paylaş

imagine

 "Imagination is more important than knowledge."
Albert Einstein


"...while I am certainly not asking you to close your eyes to the experiences of earlier generations, I want to advise you not to conform too soon and to resist the pressure of practical necessity. Free imagination is the inestimable prerogative of youth and it must be cherished and guarded as a treasure."  
Felix Bloch

“Imagination is the beginning of creation. You imagine what you desire, you will what you imagine and at last you create what you will.”
Bernard Shaw
Paylaş

savaş arabalarının kaldırdığı tozlar göze kaçarsa

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi [*] ve benzeri "devlet ideolojisi" derslerinin kulağımıza çaldığı tarihle de inkılapla da bağdaşmayan iflah olmaz vulgerlikte o meşhur dört tarafı düşmanlarla çevrililik ve jeopolitik önem söyleminden, romantik vatanseverliğin medeniyetin beşiği övünmesine kadar pek çok şey söylenir Küçük Asya ve Mezopotamya tarihi için. Övünç kaynağı saydığımız medeniyetlerin nicel çokluğundan öte nitelik olarak da günümüz modern uygarlığını çok yüksek oranda temellendirmiş oluşu belki de bu yaklaşımlara doğrulamak için bir aldatmaca olabilir. Şu halde, neden bu düşünceleri eleştiriyorum?


Öncelikle, bu anlayışlar antik tarih ile günümüz arasında giden sürekli ve zigzaglı hattı bir sıçrayışta bilmem kaç bin yıl ileri sarıp -el çabukluğu marifet- araları da atlayarak sanki o zaman dünyanın politik, demografik ve sivil yapısı şimdiki ile birmiş gibi o zamanın zıtlaşmaları ile günümüzü bağdaştırmaya çalışıyorlar. Şiirsel bir yaklaşım, ama bilimsel kesinlikle değil. Jared Diamond'un ünlü eseri "Guns, Germs and Steel"de çok detaylı açıklamaları ile kuşku bırakmayacak şekilde ortaya koyduğu gibi, bugün Batı Medeniyeti dediğimiz medeniyet akımının -yani ilk antik çağ Mezopotamya sınıflı toplumlarından köken alan- Mezopotamya'da doğup hemen arkasından Küçük Asya'ya sıçraması bu bölgedenin doğal florasında buğday, arpa gibi depolamaya uygun temel tahıl ürünleri ile faunasında inek, eşek, deve, at, keçi gibi evcilleştirmeye uygun hayvanların bulunuşundan ötürüdür. Fakat bir yanılgı var ki, o da tek medeniyetin Mezopotamyadan kaynak alan medeniyet oluşu. Oysa Amerika, Orta Afrika, Güney Afrika, Çin ve Papua Yeni Gine'de farklı medeniyetler "sıfırdan" gelişmişlerdir. Burada romantik vatanperverleri hayalkırıklığına uğrattığımız için üzgünüz.

Bugünkü Batı Medeniyeti'nin tüm bu diğer medeniyetlere -Çin müstesna- galip gelmesine dair detaylara girmekten kaçınıp ilgilenenleri kitaba yönlendiriyorum. Burada esas meselemiz, Mezopotamya'nın antik çağlarda -ve hatta orta çağa da sarkan bir dönemde- ne kadar önemli olduğunu görmek. Tüm bu bitki ve hayvan türlerinin dünyaya yavaşça yayıldığını ve bu süreçte en verimli şekilde Mezopotamya'da bulunduklarını düşünürsek, tüm o çekişmelerin sebebini anlayabiliriz. Peki ya günümüz için ne söyleyebiliriz? Bizim resmi tarih anlayışımız dediğim gibi Sümerlerden Hititlere, Hititler'den -ki onu da Mısır, Asur, Babil olmadan- Roma-Bizansı atlayıp bi anda Osmanlı'ya geçtiği için inanılmaz bir bilgi tahribatı yapılıyor. Tarihte bu topraklar üzerinde hep oyunlar oynandı ayağı gösterilmeye çalışıyor.

Elbette bu topraklarda sürekli çatışmalar-çekişmeler yaşandı. Fakat "bilinen dünya" geyiği gibi tek savaşlar buralarda yaşanmış değil. Sırf Japon-Kore-Çin çekişmeleri [1] (ki hepsinin ayrı ayrı iç çekişmeleri) bile toprağın esas üretim aracı olduğu feodal çağlarda bunun bilmesek de dünyanın her yerinde aynı olduğunu göstermek için yeterlidir bence. Kaldı ki "bilinmeyen dünya" Amerika'daki durum da hiç farklı değil. Ama bizim tarih anlayışımız feodalizmle kapitalizmi ayırmaz, çünkü kendisi kapitalist olur o zaman ! Topraklar üzerindeki oyunlar ayağı sömürgecilik dönemi o hiç verilmi toprakları olmayan Afrika'ya leş bulmuş akbaba gibi üşüşülmesini açıklayamaz. Zaten öyle geniş bir vizyon da amaçlanmaz, önemli olan yalnızca bu topraklardır ya. Petrolün tesadüfen tıpkı daha önce hiç de değerli olmayan Arap Yarımadası'nda çıkması tesadüfü de bizimkileri durduramaz, çünkü Irak'ta da petrol vardır ve bu topraklarda zaten hep oyunlar oynanmıştır. Çağ nedir, sosyal durum nedir, üretim sistemi nedir anlayışı diye bir şey yok. Dört taraftan çeviren düşman oyunlar oynayarak -Truva Atı da bu topraklarda çıkmıştı sahi !- işgal etmek istiyor güzel vatanımızı. Sanki biz de bu vatanı zamanında işgal etmemişiz gibi. Ha bir de Türkiye'deki bazı etnik grupların son dönem "biz daha önce vardık" söylemi var ki, bu da öbüründen aşağı kalmaz. Aynı kapıya çıkıyor, senden önce başkası yok muydu ey bilmem kaç bin yıl önce Afrika'dan çıkıp gelen Homo Sapiens'in torunu diyoruz hepsine.

 Aşağıda durum tespiti için çok faydalı gördüğüm "zamana bağlı fonksiyon" olan bir harita var [2]. Bu haritaya bakarken üzerimize bindirilmiş bu saçma bakıştan sıyrılıp verilen tarihlerde haritada beliren ülkelerin sosyal-ekonomik durumlarını göz önünde bulundurursak dediklerim daha net anlaşılabilecektir. Perslerle İngilizlerin aynı amaçları taşıdıklarını düşünmeyelim en azından. Ayrıca, biz dahil kimsenin "bu topraklar" diyemeyecek kadar daha dünkü çocuk olduğumuzu da çok net görebiliriz.



[*] Evet bugün bu dersin vizesine maruz kaldım ve onlarca sayfa mantıktan yoksun notları ezberleyerek vaktimi ve birkaç nöronumu öldürdüm. 

Paylaş

aynı fiziğe farklı yaklaşımlar

Mühendislik eğitimi alan birisi olarak en önemsediğim şeylerden birisi, kesinlikle sağlam bir temel fizik bilgisine sahip olmak ve üzerine alanımla ilgili fiziksel fenomenlere dair kendi anlayışımı inşa etmektir. Elbette matematik, kimya ve malzeme bilimi gibi önemli konularda da altyapılı olmak gerekli, ama bir elektronik mühendisi için fiziksel kavrayış olmadan hiçbirşeydir. Çünkü, bazı mühendislik disiplinleri daha çok sistem modellemesi üzerine kuruluyken, örneğin elektronik gibi pek çok disiplin de doğrudan "uygulamalı fizik" diyebileceğimiz bir konumda. Elbette elektroniği oluşturan yapılarda da modelleme sistemleri (örneğin devre teorisi, kontrol teorisi, haberleşme teorisi) de bulunmakta. Fakat, tüm bunlar fiziksel birikimin "uygulanması" için -kendi içinde teorik gelişmeler de göstererek inanılmaz derecede önümüzü aydınlatan- kullanılırlar ve bir anlamda, eğer işin fizik boyutunu hayata geçiremezseniz istediğiniz kadar gelişkin teorileriniz olsun onları kullanamazsınız. Bu, devre teorisi için de böyledir, en genel modelleme sistemi olan "fiziğin dili" matematik için de.


Fiziğin ve mühendislik öğrencileri için fizik eğitiminin önemini anlamış ve bu eğitimin aksaklıklarının acılarını çeken -ki buna yürümeyi öğrenen bir bebeğin yere düşmesiymiş benzetmesi yapıp olayı sempatikleştiremeyeceğim- birisi olarak bu konuda birkaç söz söyleme hakkına sahibim sanırım. Genel olarak Türkiye'ye has aksaklıkların ve yer yer gülünç durumların "lise ve dengi" kısmına pek değinmeyeceğim. Elbette sorunun ucu çok aşağılara kadar inse de, "yüksek öğretim kurumu" diye çok iddialı bir laf ile fiyakasına fiyaka katılmış bir evrensel kurum olan üniversitenin bu fiyakayla orantılı olarak -ve evrenselliğine zıt olarak- nasıl içinin boşaltıldığına değinmeyi daha öncelikli görüyorum.

İstanbul Teknik Üniversitesine elektronik mühendisliği eğitimi almak için girdim. Elbette ki, Türkiye'ye özgü saçmalıklara -diğer deyişle sınavlara- katlanarak elbette. Mühendislik bölümlerinin standart ilk sene eğitimlerimde iki adet temel fizik dersi bulunmaktaydı (fizik 1 ve fizik 2 olmak üzere). Haftada bir günde üç saat bulunan bu derslerin içerikleri evrensel standartlara uygunmuş gibi gözükse de, görünüşe aldanmamak gerekli. Beklentilerimi karşılamayan ve "bitse de gitsek" havasında geçen bu derslere biraz daha detaylı bakmakta fayda var. Buradan sorunun daha genel bir resmine geçebiliriz çünkü.

Fizik 1 diye geçen fiz101 dersi genel olarak mekanik konularını barındıran bir ders. İçerik olarak dediğim gibi hangi ülkeye gitseniz aşağı yukarı değişmeyecek olan bu dersin İTÜ'deki yardımcı kaynakları da dünyada genel kabul görmüş kitaplar. Diyeceksiniz ki, e iyi hoş, herşey "çağdaş" usüllere uygun ! Peki sorun nerede? Efendim, genel olarak "havuz dersi" olarak geçen tüm dersler gibi bu en temel fizik dersleri de şu temel kurallara göre işliyor: yolkamadan kalmamak için derslere git ama dinleme, sınavdan birkaç gün önce fotokopicideki ders notlarını al ezberle, son akşam geçen yıllarda çıkmış sorulara bak ve dersi geç ! İki adet vizesi bulunan bu ders için toplamda her vize için ikişer gün ve finali için hadi olsun olsun üç gün daha ayırırsanız bu iş tamam ! Öğrenmişsiniz, öğrenmemişsiniz hiçkimsenin derdi değil. Hocaların genel yaklaşımı "şu şu soru tarzlarına çalışın kesin çıkar"dan ötede değil. Ya da onu bile yapmayıp dersi anlaşılmamak için her türlü hale sokanları da var, örneğin kimsenin anlamayacağı derecede matematiğe boğarak fiziksel fenomenlerin dilsel ifadesine ve kavranışına hiç girmeyenler. İşin pratik boyutu ise apayrı bir facia. Fizik dersiyle aynı dönemde bir fizik laboratuvarı dersi alınıyor ki evlere şenlik. İçerik olarak konuların ders ile ilgisiz olduğu, deneyden beş dakika önce "deney kitapçığı"ndaki formülleri ezberleyip kısa sınavdan iyi bir not alınan -gerçi asistanına göre değişir bu- ve hiçkimseye hiçbir şey öğretmeyen, asistanların da öğrencilerin de "bitse de gitsek" havasında olduğu birer saatlik sıkıntı yoğunluğundan ibaret bu dersler de. Yani deney-gözlem diye bize yutturmaya çalıştıkları şey, sanki birisi bir yere gidecekmiş de "bi saat şu çantaya gözkulak olur musun" demiş gibi; o adam kim, ne yapıyor, o çantanın içinde ne var, ben niye gözkulak oluyorum sorularının yanıtsız olduğu bir durum. Oraya kim gitse o "deney"leri yapar, en güzelinden raporlarını da haızrlar. Çünkü bir şey bilmek ve öğrenmek gerkemiyor ! E derste de aynısı var zaten, sadece bir miktar matematik bileceksiniz ve "bu niye böyle oluyor" diye sormadan-sorgulamadan formülleri ve soru kalıplarını ezberleyeceksiniz o kadar !

Gelelim fizik 2 derslerine. İTÜ'de bu ders, hangi akla hizmet olduğu belirli olmamakla birlikte iki farklı ders şeklindedir. Yani bazı bölümler fiz102e olarak geçen elektrik-elektromagnetik konularını içeren dersi, bazı bölümler ise fiz106 isimli dalgalar, ses, termodinamik gibi konuları içeren diğer dersi alır. Genel işleniş ve laboratuvar meselesi tamamen fizik 1 dersi ile aynı olan bu iki derste bu detaylara girmeyeceğiz, çünkü buradaki sorun çok daha farklı. Bilgisayar mühendisliği hariç tüm elektrik-elektronik fakültesi bölümleri fiz106 kodlu dersi alıyorlar. Yani, elektrik ve elektronikle uğraşacak adamlara fizik dersinde elektrik konuları gösterilmiyor ! İşin diğer tarafından bakarsak, fiz102e dersini elektrik ile çok az haşır neşir olacak veya hiç olmayacak bölümler alıyor ! Burada bir söylenti şöyle diyor; o bölümlerde zaten elektrik eğitimi verildiği için fizik dersinde görülmesine gerek yokmuş ! Peki durum gerçekten böyle mi? Bu konuda fakültenin temel dersi olan Elektrik Devrelerinin Temelleri (yahut devre teorisine giriş diyebiliriz) dersinde ne Ohm kanunundan bahsediliyor ne de devre elemanlarının elektromagnetik özelliklerinden ! Yani, bahsedilmiyor derken, elektrik-elektromagnetik konusunda temel bilgilere sahip olduğumuz varsayılıyor. Oysa lise dışında biz o konuları hiç görmedik ki ! Haliyle, lisansın 2. yılında mesleğimizin temelini oluşturacak bir dersin gerektirdiği fizik bilgisi, liseden ne kadar kalmışsa o kadarıyla yetinilerek geçiştiriliyor ve tahmin edersiniz ki çoğu şey yerine oturmuyor. Biz ÖSS nesli, akımın ne yönden alınması gerektiğinden tutun kapasitörün ne iş yaptığına veya gerilim kaynağının akım-gerilim referans yönlerine ve ani güç değerlerine kadar pek çok temel bilgi olmadan bu derslere giriyoruz. Oysa ilk senede olasılık ve istatistik veya kimya gibi hiç ihtiyacımız olmayan dersleri alıyoruz ! Ha diyeceksin ki, alıyoruz da ne oluyor? Olasılık ve istatistikten numerik analize, malzeme biliminden lineer cebire pek çok temel mühendislik dersi yukarıda anlattığım mantıkla işlenip öğrenciye hemen hemen hiçbir şey katmadan geçiyor. Öğrenciler dersi ciddiye almıyor haliyle, hocaların bir kısmı hariç onlar da benzer durumda oluyorlar.

İTÜ'de fizik derslerinin bu durumda olması çok ironik aslında. Nedeni ise, daha 2005 yılına kadar Fen-Edebiyat Fakültesi dekanının Prof. Dr. Nihat Berker oluşu. Dekanlığı zamanında yaptığı düzenlemeleri anlattığı bir konuşmasını dinlediğimde -lise öğrencisiyken- İTÜ'de çok muazzam bir fizik eğitimi olduğunu düşünmüştüm. Sanırım onun döneminde derslerin, ödevlerin ve sınavların bir ciddiyeti vardı en azından. Ama ayrıldığından beri gelinen durum bu ! Gerçi kendisi de İTÜ'nün kurum olarak o düzenlemeleri kaldıramayışından sıkıntı çekti sanırım ve diğer devlet üniversitelerinin de bakışının "en iyi ihtimalle" İTÜ gibi olduğunu düşünürsek, ki çoğu zaman daha kötü, vakıf üniversitelerine geçişinin sebebini anlamak zor değil. Kendisinin 2005 yılında İTÜ'ye rektör adayı olmasına rağmen seçilmediğini, şu anda ise Sabancı Üniversitesi'nin rektörü olduğunu hatırlarsak da "bakış farkı"nı görebiliriz.

Sözü hayli uzattığımın farkındayım. Bu kadar yazıda diyip diyeceğimi özetlemek gerekirse, özelte İTÜ'de ve genelde Türkiye'de -bazı vakıf üniversiteleri hariç- mühendislik eğitiminde temel bilimlere yönelik dersler vasatın altında bir kalitede büyük bir isteksizlikle işleniyor ve çoğu zaman öğrenciye bir şeyler katmıyor. Bu acı duruma, örneğin fizik dersindeki duruma, hayatını o bilime adadığını düşündüğümüz -belki de çok iyi niyetliyiz- bilim insanlarının hiçbir şey demiyor olması durumu daha da vahimleştiriyor. Bir fizik profesörünün "bitse de gitsek" havasında tahtaya bir iki şey çizip kitaptan bir iki soru çözmesi midir fizik eğitimi? Zaten rezalet bir ilk ve orta öğretimden türlü dershane saçmalıkları ve sınav cambazlıklarına katlanarak gelmiş ve madde nedir, evren nedir, fizik nedir, matematik nedir sorularının cevaplarını veremeyecek kadar algısı ve bilgisi dar insanlara "işte bu top burdan geliyor şuraya çarpıyor bilmemne formülüne göre bu şudur" diye hiçbir kavrayış katmadan üç saat geçirmekten sıkılmıyor mu bu insanlar? En basitinden yaptığı işe saygı duymaları lazım. Tabi burada fizikçilere çok yüklendik -haklı olarak- ama yalnız onlar değil, hemen hemen tüm temel bilimler hocaları ve kısmen mühendislik hocaları için de geçerli aynıları.

Tüm bunlardan sonra "nasıl olmalı?" sorusunun cevabını da vermek lazım. Hazır Nihat Berker'den bahsetmişken MIT'ye bir bakmakta fayda var. Klasik "abi İTÜ ilk 500 üniversitedeymiş dünyada" geyiğindense, neden MIT en üst sıralardanın cevabını veririz bide hiç olmazsa. MIT'de temel fizik eğitiminin içeriğindense "nasıl" olduğuna çok etkili değinmek için aşağıda MIT'nin ünlü fizik Profesörü Walter Lewin'in verdiği temel fizik derslerinden kısa bir derleme videosunu ekliyorum. Kendisinin işinin yalnızca böyle atraksiyonlu fizik dersleri anlatmak olmadığını ve çok önemli bir araştırmacı olduğunu da belirtmeliyim.


Paylaş

Leon Chua ve "kayıp eleman" üzerine

2008 yılında HP İletişim ve Kuantum Sistemler Laboratuvarında Stanley Williams liderliğindeki bir araştırma ekibinin dünyaya duyurduğu gelişme elektronik ile ilgili pek çok kişide şaşkınlık ve heyecan uyandırdı. Memristor, yani memory resistor (hafızalı direnç) denilen, fiziksel cismi yeni teorik altyapısı eski bir eleman, katkılanmış Titanyumdioksit  malzemelerin uygun bir geometride kullanılması ile gerçeklenmişti [1]. Memristor nedir, necidir, yenilir mi yoksa türlü dertlere deva içerir mi kısımlarına girmeden önce, ilgimizi daha çok bu "teori-pratik" arası zaman kaymasına verelim istiyorum. Elbette ki tüm bu soruları da yanıtlayarak.

Leon Chua nam bir danişmend kişi, ki kendisi devre teorisinin üstatlarından birisidir, 1971 yılında bu memristor dediğimiz "devre elemanı"nın biz onu bulamamış olsak dahi bir yerlerde bir şekilde olması gerektiğini yazmış. Yazmakla da kalmamış, inciğine cıncığına kadar teorize edip bir dizi aktif devre elemanlarıyla bu pasif devre elemanının davranışını simule etmiş ve sonuçlarıyla birlikte yayınlamış [2]. Daha önceki yazımda değindiğim "olaylara ve olgulara karşı algının tutumu"nun önemini kanıtlar şekilde Leon Chua, daha önce  katı hal fizikçilerinden elektromagnetik teoricilere ve devre teoricilerine kadar herkesin gözü önünde olan ama kimsenin "fark etmediği" çok basit bir "şey"i fark ederek yola çıkmış. Elimizde elektromagnetik teoriye dair fiziksel büyüklükleri (yük: q, akım: i, gerilim: v, akı: φ olmak üzere) birbirine bağlayan iki adet yasamız (dq=i.dt and dφ=v.dt) ve üç adet bağıntımız (dv=R.di,  dq=C.dv,  ve  dφ=L.di) halihazırda bilinmekteydi. Chua'nın düşüncesi ise, bu dört farklı fiziksel büyüklüğü birbirine bağlayan altı adet bağıntının bulunması gerektiğiydi. Yukarıda gördüğümüz gibi, iki temel yasa ve üç adet bağıntı ile toplamda beş tanesi bilinen bu ilişkilere ek olarak dφ=M.dq şeklinde yük ve akı arasında bir bağıntı da kurulabileceğini fark etmek hiç de zor değil. Akım-gerilim, gerilim-yük ve akım-akı arasındaki bağıntıların sırası ile rezistans (R), kapasitans (C) ve endüktans (L) büyüklükleri ile kurulduğunu ve beher fiziksel büyüklüğün de bir temel devre elemanını tanımladığını devre teorisinden biliyoruz. Bu durumda, Leon Chua'nın bu basit düşüncesinden memristans (M) şeklinde bir fiziksel büyüklüğün ve temel devre elemanının tanımını çıkarabiliriz. Evet, yepyeni bir temel devre elemanı !

Herkesin gözü önünde olan bu kadar basit bir teorik meseleden  ilk kez nispeten geç bir tarih olan 1971'de bahsedilmesi, aslında işlerin o kadar karmaşık olmadığının fakat ya bizlerin çok karmaşık düşündüğünün ya da basitliği önemsemeyip hiç düşünmediğimizin bir örneği olarak kabul edilebilir. Fakat örneğimiz burada bitmiyor, memristorun daha kırk yıllık bir hikayesi var. 1971'deki bu basit ama kullanışlı tezinin üzerine giden Chua, daha önce bahsettiğimiz gibi tranzistor gibi aktif devre elemanları kullanarak gerçeklediği -ve bu haliyle hiç de temel bir devre elemanı olmayan- deneysel memristorun teoriyle tamamen paralel davranışlar sergilediğini ispatlamış. Artık tek sorun, bu elemanın pasif bir devre elemanı olarak gerçekleştirilmesi olarak kalmış. Fakat bunun için yine bir "algı-kavrayış genişlemesi"ne ihtiyaç duyulacaktır. Çünkü R, L, C fiziksel büyüklükleri "iyi bilinen ve tanımlanan" büyüklüklerken memristansın ne olduğunu Chua dışında kavrayan pek bir insan olduğu söylenemezdi. Bunu açmak gerekirse, örneğin bir malzemenin direncini uzunluğu, kesit alanı elektronların malzeme içindeki ortalama yolu gibi büyüklükler arasındaki bir bağıntıdan çıkarabilirsiniz; ki bu da direncin zihinsel kavrayışını birlikte getirir, ya da tam tersi olarak direnci malzemenin elektron akışına karşı gösterdiği azaltıcı etki olarak zihnimizde tanımlarsak tüm bu bağıntılar çıkar. Aynı şeyler, detaya girmeye gerek yok, kapasite ve endüktans için de geçerli. Peki ya memristans?

Memristans için iş teoriden çıktığına göre fenomeni anlamak için teoriden gitmekte fayda var. dφ=M.dq bağıntısı elimizdeki iki temel yasaya ulaşacak şekilde düzenlersek v=R(x).i şeklinde Ohm Yasası'na çıkarız. Burada ilginç olan şey, memristorun da akım-gerilim arasında bir bağıntı kurarak direnç gibi davranıyor olması. Ama "bilindik" dirençten ayrı olarak konuma (x) bağlı bir direnç gösteriyor olması. Gerçekten ilginç ! Fizikçiler burada bir dizi analiz yaptıktan sonra akı (ϕ)'nın yük(q)'ün kuadratik bir fonksiyonu olduğunu çıkarıyorlar (ki burada yük de konumla orantılı) ve sonuçta akım-gerilim karakteristiğindeki nonlineerliğin sebebi ortaya çıkıyor [3]. Peki, bu ne demek oluyor? Kabaca anlatmak gerekirse, memristor üzerinden bir yönde akım geçirirsek uyguladığı direnç artıyor, aksi yönde akım geçirirsek ise azalıyor. Eğer akımı kesersek, direnç değeri bir dahaki akım uygulanmasına kadar sabit kalıyor -hafıza- ve az önce bahsettiğimiz nonlineer özelliğine gelirsek; eğer bir memristora AC gerilim uygularsak yanda görüldüğü gibi "8" şeklinde bir kapalı eğri davranışı görüyoruz ve buradan anlaşılacak şey de odur ki, AC gerilim ile memristorun daha önceki direnç değerini okuyabiliyoruz. [4]  Elbette ki elemanın çok uzun matematiksel analiz ve modellemesi sonucu ortaya çıkan bu soncu şu birkaç cümleyle anlatmak yetersiz, o yüzden detaylar için kaynakçaya bir göz atmanızı öneririm.

Memristorun acıklı hikayesinin bitmediğini söylemiştik. Yukarıda bu temel devre elemanının özelliklerinden biraz bahsettikten sonra anlıyoruz ki memristor kesinlikle başka pasif devre elemanları ile gerçeklenemez, yani memristans kendisi maddenin bir özelliği olarak pasif bir devre elemanını tanımlar. Chua'nın dediği gibi, bu yüzden memristor bir icat değil bilimsel bir keşiftir. Peki bunu yalnızca Chua mı fark etmiştir? İşin ilginç yanı da o ki, HP ekibi Chua'nın makalesini fark ettikten sonra bu karakteristikteki "tanımlanamayan fenomen"lere dair kaynakları taramışlar ve sonuca göre 1960'ların başından beri belki de yüzlerce "beklenmeyen histeresis" vâk'asının rapor edildiğini görmüşler. HP ekibinin çalışmasıyla yıllardır bazı şartlarda oluşan ve bir "hata" olarak görülen bu davranışın memristanstan kaynaklandığı günışığına çıkmış oldu. İşte herkesin gözünün önünde olan, kafasını kurcalayan ve yoran ama kimsenin fark edemediği başka bir yön daha !

Toparlamak gerekirse, yazının başında belirttiğim gibi, Titanyumdioksitin iki ayrı katkılanmış bölgede kullanılarak (yukarıdaki elektron mikroskobundan çekilen fotograftaki dikey ve yatay hatlar) HP tarafından 2008 yılında gerçeklenen elemanın memristor olduğu kesinleşmesiyle birlikte artık "devre teorisi" kitaplarının değişmesi gerektiğini memnuniyetle belirtiyoruz ve dünyaya yeni gelen -ki aslında her zaman var olup yeni fark edilen- bu temel devre elemanını selamlıyoruz. Bu vesileyle de, bilimcinin olaylara ve olgulara bakışının "diğerleri"nin bakışının bir taklidi olmaktan öteye geçip, tüm referans noktaları değişebilen ve sabitlere yer olmayan bir anlayışta olduğunda 30'lı yaşlarında genç bir teorisyenin dahi insanlığı onyıllarca meşgul edecek ilerilikte -ve sadelikte- düşünceler/kavrayışlar üretebileceğini görmekten ve göstermekten memnun oluyoruz.

Dahası Chua'nın diğer "devre elemanları"nın başına -bunlar aktif elemanlar ama-. Ha, tabi bir de, diğer genç teorisyenlerin !


Paylaş

aşağıda bi dolu yer var !


"Why cannot we write the entire 24 volumes of the Encyclopedia Brittanica on the head of a pin?" demişti Feynman ünlü konuşması "There is Plenty of Room at the Bottom"da. [*]  Bu cümlede elbette ki yarıiletken elemanların küçük boyutlara indirilmesinden çok, Brittanica'nın tüm nüshalarının nano ölçekte materyal yüzeylerine yazılabileceğinden  -yani matbaada kitap basar gibi- bahsediyor. Üstelik şöyle bir kaba hesabını yaptığı şekliyle tek bir harfin 1000 metal atomundan oluşacağı şekliyle bu mümkün gözüküyor, ve dediği gibi eğer yazabiliyorsak okumak da mümkün. Konuşmanın ilerleyen kısımlarında, özellikle "Miniaturizing the Computer" bölümünde ise bugünün elektronik ve "kompüter" teknolojisinin temeli olan IC (integrated circuit, tümleşik devre) örneklerinin daha yeni yeni görüldüğü fakat daha "mikroelektronik" diyebileceğimiz kadar küçük boyutlarda bile olunmadığı bir tarihte yani 1959 yılında günümüz dünyasının portresini ne kadar açık şekilde çizdiğini görebiliyoruz.

Feynman'ın bu kadar küçük boyutlarda veri yazma ve okuma için yaptığı öneriler ise bugünün mikroelektronik teknolojisi günlük hayatının bir parçası olmuş sıradan insanlar için bile yabancı gelmeyen, kullandığımız pek çok tekniğe o kadar benziyor ki, sanki zamanda ileri gelip bu günleri görmüş gibi. Bir örnek vermek gerekirse, elektron mikroskobundaki merceği ters çevirip bir kaynaktan çıkacak iyonları küçük bir alana odaklayarak veri yazılmasını öneriyor üstünkörü bir şekilde. Bugün yarıiletken üretim teknikleri olarak yayıgınca kullanılan iyon katkılama ve fotolitografi işlemleri aşağı yukarı bu mantıkla uygulanmaktadır. Feynman'ın 1000 atomdan söz ettiği bu konuşmadan -ki bununla yetinmiyor elbette, bu bile azdır diyor- 50 yıl kadar sonra, bugün biz bir atom genişliğinde ve on atom uzunluğunda tranzistorlar yapabiliyoruz. Yani şöyle bir düşününce, hareketsiz bir yazı değil, fonksiyonel bir elemanı inanılmaz boyutlara düşürmüş durumdayız. Üstelik, bu bile ihtiyacımızı karşılayamıyor, doğanın cömertliğine sığınıp "daha da aşağıya" bakıyoruz.


How do i know then?

Burada amacım "Feynman da büyük adamdı, gitti dağ gibi yiğit" diye bir kişiye takılıp kalmak veya "elektronik teknolojisi de yaman gelişti" demek değil. Bunun yerine, bugün bizlere çok zor gelen bazı düşünceleri üretebilen Feynman gibi insanlara, ki bunların bir kısmına değineceğim ileride, hayranlık beslemekten öte onların ortalama bir insandan farklı bir kapasiteye sahip olmamalarına rağmen bu düşünceleri üretebilmelerindeki kerametin doğaya ve bilime bakışlarında yattığını anlamak yerinde olacaktır. "In the year 2000, when they look back at this age, they will wonder why it was not until the year 1960 that anybody began seriously to move in this direction." diyor Feynman konuşmasında, fakat biz 2000'li yılların insanları olarak 1960'larda bu "düş"ten bahsedenin diğerlerinin değil de Feynman olmasının bir tesadüften öte olduğunu biliyoruz. Konuşma metninin tamamı okunduğunda net olarak farkedeceğimiz şekilde, ve yazıda iki kere söylediğim gibi, sanki bu günün dünyasını görüyor Feynman. Ama bu şekilde bakmak, romantik bir hayranlığın yanılsamasından öte olmayacaktır. Feynman'ın gördüğü "tek dünya" vardır. O, hepimizin gördüklerini görmüştür, hatta belki biraz daha azını, ama asla daha fazlasını değil. Fakat, algı ve düşünce konusunda bu kadar ileri olmalarının sebebi nedir? Schrödinger'den alıntılamak gerekirse, "The task is not so much to see what no one else has yet seen, but to think what nobody has yet thought about that which everybody sees."  


Bunun sebebi açık şekilde iradi algının olayları olduğu gibi görmeye şartlanması ve olayları birtakım kurallara bağlı olmak zorunda gibi değil, tüm kural ve sistemlerden arındırarak kavrayıp onlardan kural ve sistemleri çıkarma sürecidir. Yegâne doğa bilimi olan fizik, matematik dediğimiz modelleme sistemi gibi herhangi bazı aksiyomların üzerine inşa edilmiş değildir. Olaylar, "bizim" matematiğimizden ve fizik birikimimizden bağımsız şekilde vardırlar ve var olacaktırlar. Eğer biz de bu gerçeği, yani algının esasen evren içerisinde onu algılayan bir devingen parça olduğunu ve bu haliyle olayları kavrayıştaki kusurun ve tüm "şey"lerin ayrık gözükmesinin sebebinin de algı olduğunu baştan kabul eder, buna göre evrenin ve algının doğasına paralel olarak kendimizi bazı sabitlere -burada sabit, referans noktası manasında değildir, her algının bir referans noktası vardır ve her algı için bu değişebilir- bağlamazsak şu veya bu "büyük adam"ın kavrayabildiği ve düşünebildiği şeyleri bizim de kavrayıp düşünebilmemiz işten bile değildir.

   Burada karmaşık ve anlaşılmaz olması pahasına, yukarıda bahsettiğim "algının doğası"na birazcık değinmek istiyorum. Bizler çoğu zaman evreni kusurlu, kaotik bir yapı olarak algılamaya şartlanmış durumdayız. Bu elbette ki doğal, çünkü entropi dediğimiz fenomene göre bile bakarsak, evrenin "devinim"siz ve "değişim"siz var olması mümkü değil. Bunlar evrenin temel özelliklerindendir. Fakat ya işin algı tarafı? O, sandığımız kadar kusursuz mu? İşte buraya geçince iş değişiyor. Evrenin devingenliğinden dem vururken algımızı mutlak ve hatasız referans kabul etmemiz yaptığımız en büyük hata ve körlüktür.  Algı, kendisi bazı fiziksel fenomenlerin birleşimi olarak dahi evrenin bir parçası olup, tıpkı onun gibi her an hareket ve değişim halindedir. Nasıl ki elektronların herhangi bir anda herhangi bir yerde olmaları bazı olasılıklar içeriyorsa, algımız da bazı olasılıkların -yani bizden öncekilerin ve bizim anımızın- birikimiyle şekillenen ve kesinlikle referans olamayacak kadar değişken bir yapıdır. Şu halde, neden o veya bu olasılık fonksiyonundan üzerimize yapışmış "şey"leri değişmez gibi kabul edip evreni olmadığı şekliyle algılamaya zorluyoruz?

[*] http://www.zyvex.com/nanotech/feynman.html
Paylaş

kaval maval turna zurna


Antropoloji, pek çoğumuz için "ne idüğü belirsiz" bir bilim dalı. Hoş, benim için de çok bir farkı yok. Yalnızca biraz merakım var kendisine, biraz platonik ve gelgitli bir şekilde ilerliyor ilişkimiz. Antropoloji, bildiğiniz veya bilmediğiniz üzere, ademoğlu bilimidir efendim. Kelimenin tam manasıyla, ademoğlunu onun başlangıcından itibaren tutup inceler.

Efendim lafı uzatmayalım. Antropoloji ademi incelediğindendir, ademe özgü türlü acayiplikler barındırır. Bunlardan bir seçmece yapmak hoş dururdu elbette, ama bu manzara için hepisini bir yerden seçeceğimiz bir katalog ne yazık ki bulunmamakta. Benim gibi "dağınık" bir hafızaya sahip olanlar da bilirler ki, bir konuya dair herşeyi istemediğiniz zaman hatırlayabilseniz de istediğinizde asla hatırlayamazsınız. O yüzden, şu anda farklı konularda yazmayı istesem de, bugün size insanın müzik geçmişinden bir kısa bilgi verebileceğim yalnızca.

Antropolojinin elindeki bulgulara göre dediği odur ki, insanın müzikle gayet eski bir hukuku var. Tahmin edilene göre ilk enstrüman olan flüt -yahut kaval-, neanderthal adem dönemlerinde hayvan kemiğinden yapılırmış. Bunlardan bilinenen eskisi, yandaki resimde görülen, Slovenya'daki bir kazı alanında bulunmuş ve Frenklerin "divje babe flute" dedikleri 43 ila 82 bin yaşında olduğu tahmin edilen bir yavru mağara ayısının uyluk kemiğine açılan deliklerle yapılmış halde üç delikli bir parça.

Üç delikli kırık bir parça. Fakat bu, günümüz insanının birikiminin altından kalkamayacağı bir iş değil ! Nitekim, bilimciler araştırmışlar ve bulmuşlar ki, bu kavalcağız modern diyatonik ölçek ile paralellik gösteriyor ! Deliklerin birbirlerine olan uzaklıklarının eşit olmayışı, zaten bir ölçeklendirmenin yapıldığını açıkça gösteriyor ve bu ölçek ise, 42 cm olduğu tahmin edilen bu enstrümanın şu şekilde bir yapıya sahip olabileceğini düşündürmüş bilim adamlarına [1] :


 Benzer tarihlerde (İsa nebiden 35 ila 40 bin yıl öncesi civarı) yapıldığı tahmin edilen başka kemik kavallar da Almanya'nın güneybatısında bulunmuş. [2] Akbabanın kanat kemiğinden yapılmış bu kavalların bulunduğu kazı alanından mamut dişinden yapılma enstrümanların bulunduğu da belirtiliyor. Fildişinden bir zurna yapılmadığı kalmıştı Pardon fil değil, mamut !


Tarihi birkaç on bin yıl ileri saracak olursak, Çin'de "hâlâ çalınabilir durumda" olarak bulunan ve 9 bin yaşında olduğu tahmin edilen turnanın kanat kemiğinden yapılmış kavalları buluyoruz (solda). Bu enstrümanların şu anda hala çalınabilir durumda olması gerçekten şaşırtıcı. Üstelik, ses incelemelerinden anlaşılıyor ki, araştırmacılar bunları çalmışlar da ! [3] Neolitik dönemden bir oyun havası mı çaldılar yoksa modern zamanlardan bir konçerto mu bilemiyoruz tabi.

Velhasıl, bu müzik işleri çok eskilere dayanıyor efendim. Ademoğlunun mazisi, bugünü üzerinde inanılmayacak tesirlere sahip. Baksanıza, homo sapiens şöyle dursun neanderthal adem dahi kaval çalmış koyun otlatmış. O neanderthal atalarımızın kemiğe deldiği delikler, bugünkü kültürümüzü dahi etkilemiş, nota sistemlerimizi belirlemiş. Sahi, bugün kullandığımız notaların nereden geldiğine dair bir yazı da yazsam fena olmayacak.





Paylaş